Sait Faik Abasıyanık (Son Kuşlar, 1952)
Bir nisan akşamı, yola çıkmıştık. Geceyi o yanıp yanıp sönen ışıklar adasında geçirecek, sabah erkenden su üstü karagözüne çıkacaktık.Niyetimiz daha erken yola çıkmaktı ya. Hava bir tuhaftı. Uzakta fırtına bulutuna da benzer sis vardı. Bir gündoğrusu bu sisi temizleyiverdi.
Bu sefer de gündoğrudan bir kara bulut gelip yağmurunu boşalttı. Sonra gökyüzünü boydan boya kaplayan bir ebemkuşağı görünce Kalafat:
– Selamet, dedi. Basalım artık. Hava düzeldi demektir.Kalafat’a göre fırtınalar atlatılmıştı.
Gökyüzündeki bu yedi renk, sükûna işaretti.Yola çıktığımız zaman, deniz dümdüzdü. Ebemkuşağı zaman zaman gözümüzden silinip tekrar ortaya çıkıyordu. Sanki dünyanın kuruluşundan bir gün yaşıyor gibi gidiyorduk.Arkama baktım. Bu sefer de Çamlıca sırtlarında bir iki bulut peydahlanmıştı.
– Poyraz geliyor, Kalafat, dedim.
– Gelsin, dedi. Gün batmadan Oksiya’dayız.
– Fener erken yandı galiba? dedim.
– O gece gündüz çakar be! dedi.Sivriada’nın bir mil açığında, sağımızdan hafif hafif bize yetişmeye çalışan poyraz kabarıverdi.Kalafat, kayığın burnunu poyraza çevirdi. Sivri’yi solumuzda bırakıp açılıyorduk.
– Selamet, dedi. Basalım artık. Hava düzeldi demektir.Kalafat’a göre fırtınalar atlatılmıştı.
Gökyüzündeki bu yedi renk, sükûna işaretti.Yola çıktığımız zaman, deniz dümdüzdü. Ebemkuşağı zaman zaman gözümüzden silinip tekrar ortaya çıkıyordu. Sanki dünyanın kuruluşundan bir gün yaşıyor gibi gidiyorduk.Arkama baktım. Bu sefer de Çamlıca sırtlarında bir iki bulut peydahlanmıştı.
– Poyraz geliyor, Kalafat, dedim.
– Gelsin, dedi. Gün batmadan Oksiya’dayız.
– Fener erken yandı galiba? dedim.
– O gece gündüz çakar be! dedi.Sivriada’nın bir mil açığında, sağımızdan hafif hafif bize yetişmeye çalışan poyraz kabarıverdi.Kalafat, kayığın burnunu poyraza çevirdi. Sivri’yi solumuzda bırakıp açılıyorduk.
– Neden böyle çekiyorsun küreği? dedim.
– Böyle çekmesem nasıl düşeriz Sivri’ye, dedi. Şimdi akıntıya verdik miydi sandalın burnunu, kürek çekmeden mağaranın önündeyiz.Sahiden de öyle oldu. Sular bizi tam mağaranın önüne getirdi. Sandalın burnunu mağaraya soktuk. Bekledik. Kalafat kepçeyi daldırıyor, kocaman karidesler tutuyordu.Birden durdu. Yanımızdaki çocuğa,
– Baksana, Sotiri, dedi, ayı balığı geldi galiba, bir ses duydum.Çocukla beraber kıçta oturmuştuk. Dönüp baktık: On kulaç ötemizde terli, şişman bir zenci çocuğu gözleriyle fok, bize bakıyordu.Baktı ve daldı.
– Orada mı? dedi Kalafat.Sotiri:
– Daldı, dedi.
– Yine çıkar. Mağarada geceler. Keyfi kaçtı oğlanın, biz var diye…Bu ihtiyar münzevi, senelerden beri buralarda. Bırakmış uzak denizlerini, yüzlerce karısını, binlerce çocuğunu, basmış gelmiş Marmara’nın bu Sivriada’sına…Güneş batıyor, martılar haykırıyor, karabataklar sudan çıkmış, ıslak kanatlarını kaldırabilmek için deli gibi çırpınıyorlar. Ayı balığı yeniden büyük bir sesle çıkıyor, büyük bir nefesle tekrar dalıyor. Martılar geliyor, karabataklar gidiyor. Akşam büyük bir vaveyla içinde vahşi, kırmızı; dalgalar esmer kayaları dövüyor.Mağaranın içinde Kalafat, kıpkırmızı lekelerle sular içinde hâlâ karides avlıyordu.
– Sotiri! diye haykırdı birdenbire. Sen livarı hazırla da şu karidesleri koyalım. Kıçaltında bir tane daha var. Ama, iyi bak, üstünün bezi delik olmasın.Sotiri, kayığın içinde batmış güneşin bir parçası gibi kımıldadı. Siyah kafası ve kırmızı elleriyle, mavi gözleriyle, kaya, deniz, güneş, balık, renk ve kokusuyla ayaklarımın dibinde kıçaltına doğru uzandı.Kalafat kepçeyi başüstüne koydu ve kendisi de mağaranın deliğinden fırladı:
– Ulan Sotiri, bulamadın mı öteki livarı? Ver şimdilik oradan çapçağı, dedi.
Çapçağı ben uzattım.Sotiri kıçaltından boğuk boğuk:
– Bulamıyorum livarı usta, diyordu.Mağarayı ayı balığına bırakıp Sivri’nin Yassı’ya bakan kıyısına çıktık. Sandalı çakıla çektik.Sotiri ile Kalafat, çalı çırpı aramaya gittiler. Ben kıyıda beyaz çakıllara oturdum. Üç adım ötemde, akşamın şimdi gövermiş renklerine doğru kırmızı bacaklarını sallayan bir martıya daldım.Martı arkaüstü yatmıştı. Kırmızı ördek ayakları ara sıra havayı dövüyordu. Ne oluyor, diye martıya doğru gittim. Hayvanın gözleri açıktı. Güzel kafası da ara sıra sallanıyordu.Sotiri, sırtında kıyıya düşmüş boş bir portakal sandığı ile tepemde gözüküverdi.
– Ne oluyor bu martıya, Sotiri? dedim.
– Ölüyor be! dedi, ne olacak?
– Sahi ölüyor mu?
– Yok, yalandan. Ölüyor işte…Sotiri, portakal sandığını, geceyi geçireceğimiz iki kaya arasına fırlattı. Tekrar Kalafat’a yetişmek üzere kayalara tırmandı. Bir martı, bir nisan akşamında sırtüstü uzanmış, hâlâ ölmeye çalışıyordu. İçimi bir keder yaladı. Yanından ayrılamıyordum. Martının kafasını ellerime almıştım. Bir avuç deniz suyu getirip ağzına damlattım. Şiddetle kafasını salladı. Bir titredi. Ve öldü.Yassıada’nın ışıkları yandı. Uzaktan bir taka geçti. Keyfim kaçmış, üzgün, ağlamaklı gibiydim. Canım bir taraftan acı bir türkü söylemek çekiyordu.Onlar ateşi yakıp topladıkları midyeleri bir teneke üstünde pişirirlerken ben hâlâ martının yanı başındaydım.
Kalafat:
– Ne oluyorsun be? dedi. Şair misin, ne boksun?
– Martı öldü de… dedim.
– Martı da ölür, dedi. İnsan ölmüyor mu?Dünyanın yaradılışındaydım şimdi, insanın ilk zamanlarını yaşıyorduk. Onlar avlıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış ateşin karşısında okumak üzereydim.Bütün kabile halkı bana kızmıştı.
– Bu herif çalışmayacak mı? Oturup kayalara düşünecek mi? Martı ölmüş. Onu seyredip bize masal mı anlatacak?Gündüz güneşin içinde böyle söyleyenler, gece olup da kütükler, çalı çırpı yanınca, öbür tarafta rüzgâr, denizi homur homur söyletirken, martılan hâlâ deli gibi bağrışırken ben bir türkü, martının ölümünün türküsünü tutturacaktım. Çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, bir birbirine sokulma hissi saracaktı. Sonra bu hal belki de işe yaramaz adamın bir vazifesi olarak tanınacaktı. Bir iki gün ağ tamir edecek, balık tutacak, beceremeyecek, fakat akşamları da onlara üzülüp sevinme arzuları veren türküler söyleyemeyecektim.
– Ne susarsın be herif? diyeceklerdi. Hani bülbül gibi öterdin geceleri?..Ertesi sabah beni balığa çıkarken uyandırmayacaklardı. Bırakacaklardı kendi halime.Kalafat:
– Ee, dedi, anlat bakalım şu martının ölümünü…
– Martı, dedim, üç adım ötemdeydi. Güneş yeni batmıştı. Doğudan bir mavi karanlık ağır ağır kayalara, çakıllara, çakıllardan vücuduma sinmeye başlamıştı.Kalafat’la Sotiri birbirlerine bakakaldılar:
– Ee, sonra? dediler.Utandım, sustum.Ateşin kenarına koyduğum midyeyi aldım. Biraz limon sıktım. Bir lokma ekmekle attım ağzıma.Sotiri yanı başıma uzanmıştı. Gözleri uyku içinde, yüzüme dikilmişti. Yine,
– Ee, sonra, dedi.Kalafat’a baktım. Gözlerini kapamıştı.
– Dinliyor musun Kalafat? dedim.Cevap vermedi. Sotiri ondan tarafa döndü. Dikkatle baktı:
– Uyudu, dedi, bana anlat.
– Ölen martıyı tanıyordum, dedim. Hani iki hafta önce ölen Tahir’in martısıydı. Başka türlü bir martıydı o. Ötekiler gibi bağırmazdı. Bir kayanın tepesine çıkar, oradan Tahir’in sandalını gözlerdi. Uçardı doğru Tahir’in sandalına. Surattan da anlardı kerata. Tahir somurtkan adamdı. Pek keyifsizse gelir, sandalın kıçına otururdu. Yemlerin kafasını, kılçıklarını, bekçi balıklarını, ince izmaritleri Tahir fırlatır, ona atardı. Ara sıra konuşurlardı da. Ne Tahir onsuz, ne o Tahir’siz yaşayabilirdi. Üç gün sırt sırta rüzgâr esse, Tahir de baığa çıkmasa, martı tenezzül edip de çöp mavnalarına doğru kanat çırpmazdı. Tembel miydi, şair miydi bilmem ki?..Hikâyem güzel olmuyordu. Farkındaydım. Ama yavaş yavaş açılacaktım: Ateş kor kesilmişti. Ay çıkmıştı.
Baktım Sotiri’ye: Kafası düşmüş, o da uyumuştu. Ben bütün gece uyumadım. Martılar simsiyah, ayın altında dolaşıp durdular: Sabaha karşı iskele sancak ışıkları ile durgun suları bize doğru atan bir vapur geçti. Aman ne güzeldi bu vapur sabaha karşı. Kalafat’ı uyandırdım. Vapuru gösterdim:
– Ne güzel, bak, Kalafat, dedim.
– Sen sahiden kaçıkmışsın! dedi.Kafasını bir iki defa salladı. Bir daha vapura baktı. Bir daha salladı. Yırtık paltosuna girip kayboldu.
– Böyle çekmesem nasıl düşeriz Sivri’ye, dedi. Şimdi akıntıya verdik miydi sandalın burnunu, kürek çekmeden mağaranın önündeyiz.Sahiden de öyle oldu. Sular bizi tam mağaranın önüne getirdi. Sandalın burnunu mağaraya soktuk. Bekledik. Kalafat kepçeyi daldırıyor, kocaman karidesler tutuyordu.Birden durdu. Yanımızdaki çocuğa,
– Baksana, Sotiri, dedi, ayı balığı geldi galiba, bir ses duydum.Çocukla beraber kıçta oturmuştuk. Dönüp baktık: On kulaç ötemizde terli, şişman bir zenci çocuğu gözleriyle fok, bize bakıyordu.Baktı ve daldı.
– Orada mı? dedi Kalafat.Sotiri:
– Daldı, dedi.
– Yine çıkar. Mağarada geceler. Keyfi kaçtı oğlanın, biz var diye…Bu ihtiyar münzevi, senelerden beri buralarda. Bırakmış uzak denizlerini, yüzlerce karısını, binlerce çocuğunu, basmış gelmiş Marmara’nın bu Sivriada’sına…Güneş batıyor, martılar haykırıyor, karabataklar sudan çıkmış, ıslak kanatlarını kaldırabilmek için deli gibi çırpınıyorlar. Ayı balığı yeniden büyük bir sesle çıkıyor, büyük bir nefesle tekrar dalıyor. Martılar geliyor, karabataklar gidiyor. Akşam büyük bir vaveyla içinde vahşi, kırmızı; dalgalar esmer kayaları dövüyor.Mağaranın içinde Kalafat, kıpkırmızı lekelerle sular içinde hâlâ karides avlıyordu.
– Sotiri! diye haykırdı birdenbire. Sen livarı hazırla da şu karidesleri koyalım. Kıçaltında bir tane daha var. Ama, iyi bak, üstünün bezi delik olmasın.Sotiri, kayığın içinde batmış güneşin bir parçası gibi kımıldadı. Siyah kafası ve kırmızı elleriyle, mavi gözleriyle, kaya, deniz, güneş, balık, renk ve kokusuyla ayaklarımın dibinde kıçaltına doğru uzandı.Kalafat kepçeyi başüstüne koydu ve kendisi de mağaranın deliğinden fırladı:
– Ulan Sotiri, bulamadın mı öteki livarı? Ver şimdilik oradan çapçağı, dedi.
Çapçağı ben uzattım.Sotiri kıçaltından boğuk boğuk:
– Bulamıyorum livarı usta, diyordu.Mağarayı ayı balığına bırakıp Sivri’nin Yassı’ya bakan kıyısına çıktık. Sandalı çakıla çektik.Sotiri ile Kalafat, çalı çırpı aramaya gittiler. Ben kıyıda beyaz çakıllara oturdum. Üç adım ötemde, akşamın şimdi gövermiş renklerine doğru kırmızı bacaklarını sallayan bir martıya daldım.Martı arkaüstü yatmıştı. Kırmızı ördek ayakları ara sıra havayı dövüyordu. Ne oluyor, diye martıya doğru gittim. Hayvanın gözleri açıktı. Güzel kafası da ara sıra sallanıyordu.Sotiri, sırtında kıyıya düşmüş boş bir portakal sandığı ile tepemde gözüküverdi.
– Ne oluyor bu martıya, Sotiri? dedim.
– Ölüyor be! dedi, ne olacak?
– Sahi ölüyor mu?
– Yok, yalandan. Ölüyor işte…Sotiri, portakal sandığını, geceyi geçireceğimiz iki kaya arasına fırlattı. Tekrar Kalafat’a yetişmek üzere kayalara tırmandı. Bir martı, bir nisan akşamında sırtüstü uzanmış, hâlâ ölmeye çalışıyordu. İçimi bir keder yaladı. Yanından ayrılamıyordum. Martının kafasını ellerime almıştım. Bir avuç deniz suyu getirip ağzına damlattım. Şiddetle kafasını salladı. Bir titredi. Ve öldü.Yassıada’nın ışıkları yandı. Uzaktan bir taka geçti. Keyfim kaçmış, üzgün, ağlamaklı gibiydim. Canım bir taraftan acı bir türkü söylemek çekiyordu.Onlar ateşi yakıp topladıkları midyeleri bir teneke üstünde pişirirlerken ben hâlâ martının yanı başındaydım.
Kalafat:
– Ne oluyorsun be? dedi. Şair misin, ne boksun?
– Martı öldü de… dedim.
– Martı da ölür, dedi. İnsan ölmüyor mu?Dünyanın yaradılışındaydım şimdi, insanın ilk zamanlarını yaşıyorduk. Onlar avlıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış ateşin karşısında okumak üzereydim.Bütün kabile halkı bana kızmıştı.
– Bu herif çalışmayacak mı? Oturup kayalara düşünecek mi? Martı ölmüş. Onu seyredip bize masal mı anlatacak?Gündüz güneşin içinde böyle söyleyenler, gece olup da kütükler, çalı çırpı yanınca, öbür tarafta rüzgâr, denizi homur homur söyletirken, martılan hâlâ deli gibi bağrışırken ben bir türkü, martının ölümünün türküsünü tutturacaktım. Çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, bir birbirine sokulma hissi saracaktı. Sonra bu hal belki de işe yaramaz adamın bir vazifesi olarak tanınacaktı. Bir iki gün ağ tamir edecek, balık tutacak, beceremeyecek, fakat akşamları da onlara üzülüp sevinme arzuları veren türküler söyleyemeyecektim.
– Ne susarsın be herif? diyeceklerdi. Hani bülbül gibi öterdin geceleri?..Ertesi sabah beni balığa çıkarken uyandırmayacaklardı. Bırakacaklardı kendi halime.Kalafat:
– Ee, dedi, anlat bakalım şu martının ölümünü…
– Martı, dedim, üç adım ötemdeydi. Güneş yeni batmıştı. Doğudan bir mavi karanlık ağır ağır kayalara, çakıllara, çakıllardan vücuduma sinmeye başlamıştı.Kalafat’la Sotiri birbirlerine bakakaldılar:
– Ee, sonra? dediler.Utandım, sustum.Ateşin kenarına koyduğum midyeyi aldım. Biraz limon sıktım. Bir lokma ekmekle attım ağzıma.Sotiri yanı başıma uzanmıştı. Gözleri uyku içinde, yüzüme dikilmişti. Yine,
– Ee, sonra, dedi.Kalafat’a baktım. Gözlerini kapamıştı.
– Dinliyor musun Kalafat? dedim.Cevap vermedi. Sotiri ondan tarafa döndü. Dikkatle baktı:
– Uyudu, dedi, bana anlat.
– Ölen martıyı tanıyordum, dedim. Hani iki hafta önce ölen Tahir’in martısıydı. Başka türlü bir martıydı o. Ötekiler gibi bağırmazdı. Bir kayanın tepesine çıkar, oradan Tahir’in sandalını gözlerdi. Uçardı doğru Tahir’in sandalına. Surattan da anlardı kerata. Tahir somurtkan adamdı. Pek keyifsizse gelir, sandalın kıçına otururdu. Yemlerin kafasını, kılçıklarını, bekçi balıklarını, ince izmaritleri Tahir fırlatır, ona atardı. Ara sıra konuşurlardı da. Ne Tahir onsuz, ne o Tahir’siz yaşayabilirdi. Üç gün sırt sırta rüzgâr esse, Tahir de baığa çıkmasa, martı tenezzül edip de çöp mavnalarına doğru kanat çırpmazdı. Tembel miydi, şair miydi bilmem ki?..Hikâyem güzel olmuyordu. Farkındaydım. Ama yavaş yavaş açılacaktım: Ateş kor kesilmişti. Ay çıkmıştı.
Baktım Sotiri’ye: Kafası düşmüş, o da uyumuştu. Ben bütün gece uyumadım. Martılar simsiyah, ayın altında dolaşıp durdular: Sabaha karşı iskele sancak ışıkları ile durgun suları bize doğru atan bir vapur geçti. Aman ne güzeldi bu vapur sabaha karşı. Kalafat’ı uyandırdım. Vapuru gösterdim:
– Ne güzel, bak, Kalafat, dedim.
– Sen sahiden kaçıkmışsın! dedi.Kafasını bir iki defa salladı. Bir daha vapura baktı. Bir daha salladı. Yırtık paltosuna girip kayboldu.