Portreler
Tuba Nur Bakaçhan
Nereye gidersek gidelim sonunda buraya döneceğiz. Dönüyoruz. Hatta (salgın yüzünden artık) pek bir yere gitmiyoruz bile. Sevdiğimiz, sevmediğimiz her şeyiyle bildiğimiz, özlediğimiz, küfrettiğimiz, yaşadığımız yer burası. Ada. Köşebaşından dönünce burun buruna geldiğimiz kişiye çok şaşırmıyoruz. Selam veriyoruz veya vermiyoruz. Eskiden hep verirdik. “Günaydın.” Bir günde on defa karşılaşabiliyoruz aynı kişiyle. Adını bilmiyoruz ama mutlaka tanıyoruz. “Hani şey var ya…”
Aynı dükkânın ya da evin önünden on defa geçebiliyoruz. Aynı turu yıllardır hemen hemen aynı zevkle ya da alışkanlıkla atıyoruz. Ormanın dört gün öncekiyle bugünkü hali arasındaki yedi farkı sadece biz bulabiliriz. “Bu kaçıncı tur?…” Değişiyoruz biz de. Mekânımız bu kadar durağanken hiç değişmiyor ya da çok hızlı değişmiş gibi durabiliriz ama yok, “Normal normal”.
Arada, varlığımızın pervaneli bir uzantısına, bazen vapura bazen motora binip bir yere gidiyoruz. Eskiden pervanemiz hep vapurdu. Akşama dönüyoruz. “Ya da cuma.” Burada doğduk. Beş yıldır buradayız. Geçen ay geldik. Dün. Bir yıl önce. Adalıyız yani. Epey bir buradayız. Hep. Bir süre buradayız artık.
Adayla ilgili ağzımızdan çıkacak ya da aklımıza gelecek şeyler birbirine benzeyebilir. İnsanın, içinde olduğu, iyi bildiği bir yere bakıp da farklı bir şey söyleyebilmesi o kadar kolay değil. “Niye burada yaşıyorum?” sorusuna cevap vermek de öyle; kolay değil. Sessizliği, doğası falan demeden adadaki varlığımıza gerekçeler bulmak… Tamam, onu en baştan diyelim, bitsin.
İşte böyle süzüldüm o sessiz yoldan
Bedenim yudumluyordu sükûneti
Öyle bir iyileşme ki uyku gibi dingin
Ama daha da tatlısı. Tepem, arkam, önüm,
Her yanım huzur ve bir başınalıkla çevriliydi.*
Bu yazı dizisinde, adalılar “Niye adada yaşıyorum?” sorusuna cevap verecek ya da buna cevap vermeden sadece kendinden ve adadan bahsedecek. “Nasılsınız?” Adada yaşama sebeplerimizden en az birini, aslında sık sık ve hiç fark ettirmeden bize söyleyen adalılar bir şeyler anlatacak. Bir süre görmeyince merak ettiğimiz, Allah Allah nerede acaba, dediğimiz bütün adalılar olabilir. Güzel, küçük cennetimizin nevi şahsına münhasır sakinleri. Ne yapıyor? Güzel ve acayip insanlar. Ne düşünüyor? Adanın delinimetleri. Ne diyor?
Haydi buyrunuz.
Başaran
Mahallenin bütüüün kedileri Başaran’dan sorulur. Başaran, her gün hemen hemen aynı saatte çıkar, elinde mamalar ve kaplarla bir sokaktan öbürüne dolaşır, “Pssçu” ya da “Tpstısçu” gibi bir ses çıkararak sokağın belirli köşelerine mamaları bırakırken kedileri çağırır. Kediler gelir. Kargalar gelir. Martılar gelir. Sokak aniden canlanır.
Başaran 52 doğumlu. Adaya 1961’de geliyor. Okulları burada okuyor. Sonra üniversite. Meslek çok. Gazeteci, fotoğrafçı, yazar. Uzun süre tiyatrolarda da çalışıyor. Yayımlanmış ve yayımlanmamış pek çok kitabı var. Kızımın en sevdiği kitaplardan biri olan Ay ve Dünya da Başaran’ın kitabı. Çocuklarda, kelimelere özel bir ilgi uyandırmayı, farklı hikâyeler kurarken çocukların kelimelerle oynayabilmesini düşünerek yazmış hep Başaran. Tembel Arı, Küçük Yıldız Parlatıcısı, Dalgın Penguen, Kemancı Mestan** yayımlanmış pek çok kitabından yalnızca birkaçı.
Dışarıdan aksi biri gibi görünebilir Başaran ama değildir. Hepimiz yüzümüzde bir tebessüm, güneşi selamlar gibi dolaşmak zorunda değiliz. Hem aslında en güzel gülümseme “aksi” insanların gülümsemesidir. Durup dururken mutlu eder insanı. Bir sürpriz olarak tebessüm.
Başaran, çok güzel bir çocuk hikâyesini henüz yazmadı. Onu, birkaç sene önce burada hep beraber yaşadık. Yokuştan aşağı koşarken Kürekçi Bahri’deki çocuklar çığlık çığlığaydı. “Başaran Ağbiii! Başaran Ağbii! Koş!” N’oluyor, demeye kalmadan çocuklardan birinin kucağında harika bir şey fark etmiştim. Bir leylek. Gözleri kapalı. Düşmüş. Uçarken yorulmuş ve pat, Kürekçi Bahri’ye! Tam isabet: Başaran oralarda bir yerde çünkü.
Leyleği kucakladığı gibi evine götürdü Başaran. Onu, kendine geldikten sonra komşularımız Adnan ve Nilüfer’in korunaklı bahçesine yerleştirdi. Yaklaşık üç hafta boyunca Başaran, Nilüfer ve Adnan onu her gün bir kilo kadar balıkla beslediler. Bir leyleğin gözlerinin bu kadar güzel olduğunu, gözlerindeki doğal punk makyajını biz de ilk o zaman fark ettik. Günlerden bir gün…
Evet, Başaran günlerden bir gün bu güzel hikâyeyi yazar, biz de okuruz. Yorgun Leylek… Ve harika bir masalımız daha olur.
Şimdi ilk soru damdan düşsün.
Hayvanları insanlardan daha mı çok seviyorsunuz?
Öyle bir ayrım yapmıyorum. Bakın, cansız bir nesne bile bir parçasıdır hayatın. Şuradaki taş mesela. Bizimle beraber geldi İzmir’den, burada hâlâ bizimle. Ben insanlar arasında da çocukmuş, yaşlıymış, ayrım yapmam. Nasıl anlatayım… Takım tutmam ben.
Bu evin, adada olmanızda, burada yaşamınızda bir tesiri var mı, oldu mu?
Burada yaşıyorum artık. Mekânım burası. Bu ev olmaz başka bir ev olur. Yattığın yer neresiyse orası. Doğduğumdan beri hep müstakil evlerde yaşadım. Geçici şeyler dışında; üniversite yıllarında, başka kentlere gittiğimde falan kaldım tabii ama onun dışında apartman dairesi bilmem ben.
Sokak kedilerine adaya geldikten sonra mı bakmaya başladınız?
Çocukluğumdan beri hayvanlarımız oldu bizim. Şu anda sizin durduğunuz yerde bir müştemilat vardı. Onun önünde, keçimiz Çakır, tavuklarımız, tavuklarımızdan biri olan Ayşe Hanım filan yaşıyordu. Kedilerimiz, köpeklerimiz her zaman vardı.
Yüzüyor musunuz burada?
Hayatımın büyük bir kısmı denizde geçti benim. 12 yaşından 50 yaşına kadar yelken kullandım. Dalgıçlık da var. Hayatım suyun altında ve üstünde geçti diyebilirim. Şimdi yüzemiyorum. Çünkü adada yüzecek yer yok. Ada şöyle bir yer oldu… Bunu yazın; bilmecesi var, “Dört tarafı suyla çevrili kara parçası nedir?” Ada. Peki, dört tarafı tel örgülerle çevrili kara parçası nedir? Heybeliada. Tamam mı, bunu yaz. Her tarafımız tel örgülerle çevrili. Nerede yüzelim?
Adada özlediğiniz bir şey var mı, eskiden olup da şimdi olmayan bir şey?
Denize girecek yer yok. Eskiden böyle değildi. Ama yüzmeyi özledim de diyemem doğrusu. Bin yıl daha yüzmesem yeter bana. (Gülüyor) Şöyle anlatayım. Sabah buradan çıkardım, bir sandalet, mayo ve tişört, Asaf’a giderdik. Tişörtü bırakıp oradan yüzerek plaja geçerdik. Ya da biletle giren bir arkadaşımız eşyalarımızı alır, çantasına saklar, içeri taşırdı. Biz de açıktan yüzerek plaja kaçak girerdik. Bir de sandal var. İki buçuk liraya Ahmet Reis’ten sandal kiralardık. Şimdiki Kıran’ın babasının babası. Sabahtan akşama kadar dalardık orada. Bunlar uzun hikâyeler. Ben sana bir şey söyleyeyim, okumaya meraklıysan ada hikâyelerim var benim. O yılları anlatıyorum işte. Basılmadı ama ben sana gönderirim onları.
Yaşasın! Çok sevinirim. Peki… adadaki en büyük derdimiz ne, ya da dertlerimiz?
Bir. Sokak hayvanları kontrol edilmiyor. Hayvana karşı bir duyarlılık da yok insanlarda. Belediyenin iyi çalıştığını söyleyemem. Hayvanların kısırlaştırılması için kimse gelmiyor buraya. Buradan Büyükada’ya vahşi sokak kedilerini taşımak tam bir işkence. Köpekleri yakalayıp taşımak imkânsız.
İki. Denize ulaşamıyoruz.
Peki fayton?
Bitti o.
Ada ahalisi nasıl sizce?
Öyle bir şey yok. İstanbullu dediğimiz bir tip vardır. İstanbul beyefendisi, hanımefendisi diyebileceğimiz tipte insanlar. Evvelden, 60’lı, 70’li yıllarda onları görüyorduk biz. Fakir, zengin, önemli değildi. Aynı sinemaya gidiyorsun, aynı plaja, aynı okula gidiyorsun. Herkesin birbirine saygısı vardı. Dostlarımız… Şimdi öyle değil. Kültürlü biri sanıyorsun mesela ama yok, öyle değil. Dünya görüşleri dar. İleri gibi duruyorlar ama değiller. Şu anda ada ahalisi diye belli bir profilden bahsetmemiz mümkün değil, anlatabiliyor muyum?
Evet, tabii. Peki. Yakınlarda hiç çok severek yaptığınız bir şey oldu mu, sizi mutlu eden bir şey, adada ya da başka bir yerde?
Hmm… Düşüneyim… Ne yapmış olabilirim? Ha, tabii. Bir yerde kalmış bir kediyi kurtardım. Evin camını kırıp kediyi oradan çıkardık. İnsanlar sokak hayvanlarına hiç dikkat etmiyor. Farkında bile değiller. Geliyorlar, kapı açık konuşurlarken mesela hop kedi giriyor içeri. Gidiyorlar sonra. Kedi içeride kalıyor. Kimse farkında değil…
En son ne zaman yazdınız?
Çok uzun zamandır yazmadım. Dolu şey var yapacak. Yarım kalmış bir yığın iş. Bütün mesele… Ne derler ona? Yani, bir dolduruşa gelip hadi yapayım, demek. Motive olmak. Çok basit gördüğün bir hikâyeyi yazmak bile o kadar çok zaman alıyor ki. Her kelime. Kelimelerin dizilişi. Çocuk hikâyesinde mesela, on sayfada anlatacağınız bir şeyi iki cümlede anlatmalısınız bazen. Belli bir sistemi var. Ama roman yazarsan bir başlarsın ki… Ohoo, neler anlatırsın neler…
Burasıyla esas bağımız ne sizce?
Ben çok yer gördüm. Dünyanın en güzel yerlerini gördüm, falan filan işte. Amerika’sı, Avrupa’sı, orası burası, on yılım geçti dışarıda. Üç yıl Viyana’da yaşadım. Orada evlenmiştim. Tam Avusturya vatandaşı olurken New York’a geri döndüm. New York’un karanlık sokakları, California’nın aydınlık sokakları… Ada ise garip bir yer, başka bir şey… Anlatabiliyor muyum? Efsane burası. Yirmi yıl önce falan bir efsane yazdım, ada üzerine. Sen onu oku.
Hemen okurum, gönderin lütfen. Adayla başka bir yer kıyaslanamaz diyorsunuz yani, değil mi?
Burası öyle bir yer ki, ne köy ne kasaba ne şehir. Alakasız bir yer. Fakat burası hayal kurmak için benim dünyada gördüğüm en mükemmel yer. Çok sevdiğim bir yer mesela, California’da, Carmel. Carmel’de kaldım, orada bir arkadaşım vardı. Carmel’in o zamanki belediye başkanı da Clint Eastwood ha! (Gülüyor) Ansel Adams vardır, iyi bir fotoğrafçı, o da oradaydı. Monterey mesela; Steinbeck’in hikâyelerinin mekânı… Harika bir yerdir. Müthiş! O adam mesela Heybeli’de olsaydı farklı yazardı…
Hayal kurmayı destekleyen şey de şuydu, burada farklı düşüncelerdeki insanlardan besleniyorduk. Şimdi onlar yok. Hayal öyle kolay kurulmuyor. Yüksek düzeyde bilgi lazım, Merak lazım. Yoksa hayali herkes kuruyor. Bunun ötesinde hayaller kurmak lazım ki yaratasın.
O yüzden mi burada yaşadık biz, niye burada yaşıyoruz?
Yok. O yüzden değil. Tesadüfler… Yaşadığın yerden faydalanabilmen için yaşadığın yerin sana fikir vermesi lazım. Sürekli farklı fikirler… Okullara gittiğimde çocuklarla yapıyordum ben bunu. Onları bir gaza getirirdim, karıştırırdım ortalığı. Bir hikâye anlatırdım, hadi sen devam et, şimdi sen devam et, derdim. Herkes aynı şeyi anlatmaya başlayınca hikâyeyi hemen değiştirirdim. Binlerce çocukla konuştum kitaplarım vesilesiyle. En iyi hikâyelere bakmak lazım; İlyada’ya, Odysseia’ya, Binbir Gece Masalları’na. Hepsinin ortak noktası vardır: bir anlatıcı (onun hayat tarzı, dünya görüşü de zamanımızdaki sanatçılarla benzerdir). Hikâyelerde tanrılar için kuzular çevrilir hep, narlı tatlılar filan yenir… Peki niye? Adam bunları mesela bir handa anlatıyorsa hancı para kazansın diye. Milleti teşvik eder. Ballandırır, şaraplar, kuzular falan…
Peki, gelecek nasıl, iyi görüyor musunuz?
Daha pek anlayamadım. (Gülüyor) Birkaç yüzyıl daha lazım karar verebilmem için. Hayatı anlayamadım, biraz daha zamana ihtiyacım var. Bu konuyu, en az bir yüzyıl sonra konuşalım, olur mu?
Olur! Bu sohbet beni çok mutlu etti. Benimle konuşmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim Başaran.
Tamam, geçelim onu.
* William Wordsworth, Prelüd. (Bir Şairin Zihinsel Gelişimi’nden – Çeviri: Nazmi Ağıl, YKY)
** M. Murat Küçükbaşaran, Bulut Yayınları.
Fotoğraflar: Tuba Nur Bakaçhan (ama leylek fotoğrafı Başaran’ın.)