Marmara’da Hayat Var – Şimdilik! -2

(Adalı Dergisi- Temmuz 2016) Marmara’da Hayat Var – Şimdilik 2 sergisinin açılışının akabinde sergi küratörlerinden Serço Ekşiyan ve Ateş Evirgen ile sergi, dört yıllık süreç ve değişim üzerine sohbet ettik…

“Marmara’da Hayat Var – Şimdilik” sergisinin ikincisi bu. Ve sergi iki saat önce açıldı. 2012-2016 ne değişti diye sordunuz? Öncelikle dört yıllık süreci ve bu sergilerin hazırlanış zeminini anlatır mısınız?

Ateş Evirgen: Serço adanın denizlerini sokakları gibi bilen bir dalgıç. Onunla daldığım için şanslıyım. Ben sualtı fotoğrafçısıyım. Biliyorsunuz burada bir köpekbalığımız var, meşhur… Hatta bir dalışta yerini bulduk onu gördük. Çektik fotoğraflarını. Daha sonrasında bu fotoğrafları çekmeye başladık. Bir gün Serço ile dalış öncesi konuşuyorduk neler çekebiliriz, ne yapalım derken adada bir pano mu yaparız; başka bir şey mi neden yapmıyoruz dedik. Bu dediğim 2012 sergisinden de önce bir konu.

Çünkü yurtdışında bunun pek çok örneğini gördük. Mesela Prag’a bir gidişimde hiç denizi olmayan bir şehrin meydanında küp şeklinde panolar yapmışlar, dört tarafına da ağırlıklı sualtı olmak üzere doğa fotoğrafları koymuşlar. Serço’ya söyledim: “Böyle bir şey yapmışlar neden biz yapmayalım?”

Sergi fikri 2012 öncesi oluştu yani…

Evet, Serço ile konuştuktan sonra bir önceki dönemin belediye başkanı ile konuştuk, sonra Halim Bulutoğlu devreye girdi ve bu düşünce sergiye dönüştü. O zaman 2012 Haziran’ında Heybeliada’da bir sergi açtık. Sergi, deniz yaşamının-sualtının kitaplaştırılması çok önemliydi. Kitap kalıcı ve ileriye dönük bir arşiv ve bellektir.7fdb516f41efe75cf1748633aac859a7_XL

Evet, sergi Heybeliada sahilinde açıldı,  ama uzun süreli teşhir olamadı bazı sebeplerden dolayı… Bu sergi sonrasında hızlı ve güzel adımlar atılmaya başlandı. Bu bölgelerin avcılığa kapatılması için o dönemki belediye başkanı bu konuya zaman ayırdı.

Serço Ekşiyan: Burada, Adalar’da Kaymakamlık yaptığı dönemden başlayan girişimleri olmuştu bu konuyla ilgili. (Mustafa Farsakoğlu)

A. E.: Evet, sonrasındaki gelişmeler bizi ikinci sergiye götürdü. Mutluyum bir fotoğrafçı olarak. Emeklerimin karşılığını aldık. Serço için de öyle tabii. Bunlar güzel şeyler. Biz fotoğraflarımızı çekmeye devam ettik. Bu ada çevresinde hakikaten güzel bir deniz var. Ben açılış konuşmasında da söyledim: “Burada her aradığımı bulabiliyorum aslında. Ama asıl sorun görmek istediklerimizi göremiyoruz.” Daha sonra gırgırların yaptığı usulsüz avcılık nedeniyle deniz altında korunması gereken bölgeler, nedir onlar ‘taşlıklar’; Serço onlara denizaltı köyleri der. Gerçekten köyler; ıstakoz burada olur, balıklar, çeşitli mercanlar ve yumurtlamalar burada olur. Kumlarda bu işler olmaz. Tabi ki o ağlar atıldığında mercanlar vb. bloke olmuş doğasından koparmış bölgeler haline geliyor. Adaların çevresindeki bütün taşlar bu durumda. Biz de diyoruz ki -bu serginin amacı da bu- bu yasak alan genişletilsin. Neandros, Yassıada, Sivriada’yı da içine alan bir yasak bölge olsun. Bunun karşı görüşü de “artık bu yasak kalksın, avlanmaya devam edelim…”

Kim bu karşıt görüş sahipleri?

A. E.: Bu işten endüstriyel olarak yararlanan, bu işe yatırım yapan kesimler. Mesela trol yasak ama gırgırı trol gibi kullanıyorlar.

Sonuçta bu sergi dört senede bizim gözümüzün önünde o tahribatı ve kaybolan denizaltı yaşamını da anlatıyor. Yani hiçbir şey iyiye gitmedi, yok oluşa doğru gitti. Üzülerek belirtiyorum bu yaşam yok olacak, belki on-on beş sene sonra ama bu gidişle yok olacak. Bu sergi, bu gidişin durdurulması için bir çabadır. Benim söyleyeceklerim bunlar. Bu süreç böyle oldu. Her gün dalıp, her gün bu gözlemi yapan kişi de Serço… Yani gerçeği o biliyor, görüyor. Ne yapılması gerektiğini de biliyor ve anlatmak için çabalıyor. Sesini duyurursa çok iyi olacak.

Siz ilk ve büyük adımı attınız sergi ile. Bundan sonra Adalılardan, Adalı kurumlardan, basından… beklentiniz istekleriniz neler olabilir?

A. E.: Öncelikli adım, toplumun bilinçlendirilmesi. Bunu ne kadar başarabilirsek o denli hızlı adımlar atılmış olacak. Ama bu başarılabilir mi? Çok güç! Biz daha önceki sergide şuna tanık olduk; sergiyi dolaşan büyük bir insan, yanındaki çocuğa soruyor: Denizin altında gerçekten bu kadar çok renk ve canlı var mı?

Şimdi bir düşünün İstanbul’da, adada yaşayan bir insan denizin altında bu kadar renk var mı diye soruyor. Bir defa şunu anladık; denizi hiç tanımayan bir toplumumuz var. Buna yönelik benim ilk önerim, dergiler buna yer ayıracak. Mesela Adalı Dergisi’nin her sayıda yayımlanmak üzere bir sualtı sayfası olması lazım. Böyle bir sayfa olsun. Yaz-kış demeden sürekli yayımlanmalı. Biz buna destek veririz. Yani ben gerekli her bilgi ve görseli sunmaya hazırım. Her ay bir makale ve ilgili fotoğrafını veririm ben.

Tamam, olur. Dergimizde bu sayıdan itibaren “sualtı yaşamı” köşemiz başlayacak o zaman…

A. E.: Tamam, insanların her zaman gözü önünde olması gereken bir konu, okundu-okunmadı demeden gündemde tutulması gereken bir konu. Bu sualtıdır, insanlar okumaz denmeyecek. Bu dergi bunu yapabilir.

Son söz olarak serginin açılması çok önemli, toparlayıcı ve hatırlatıcı oluyor. Daha da önemlisi kitabın olması, kitap basılmasıdır. Çünkü kitap kalıcıdır. 10-20 yıl, hatta 50-100 yıl sonra da bu kitap kalacak, birilerinin eline geçecek; bunu kullanmak isteyenler bu kitaptan bazı kapıları açabilirler. Bu doğru bir adım, bunun sürdürülmesi gerekiyor… Daha fazlası için bir şeyler söylemek gerçekçi değil, boş hayaller kurmayalım, ama bu adımları atmamız lazım. Bugün için durum bu…

Serço Bey’e soralım: İkinci sergi fikri nasıl oluştu?

Serço Ekşiyan: Ateş dört yıl ve öncesini anlattı. Serginin açılışının üzerinden geçen dört yılın sonunda Halim Bulutoğlu bizimle tekrar konuştu. Acaba bu dört yılın ardından ne oldu? Neler değişti ya da gelişti, artı-eksi ne oldu? Bir daha bu sergiyi yapar mıyız dedi. Tabi dedik; biz devamlı suya giriyoruz. Videolar da çekiyorum, Ateş de fotoğraflar çekiyor.

Bu fikir ortaya atılınca hoşumuza gitti. Hem de iki sergi arasının muhasebesini yaparız dedik. Bu muhasebede videolarda görünemeyecek, sadece anlatılacak şeyler de var. Sadece gözle görülenler var, mesela gırgır yasağının bu süreçte ne kadar faydalı olduğunu görmek gibi. Bire bir videolarda da anlattım. Eylül-Mart ayları arası beş-altı ay burada oltayla balık tutulduğunu; sebebinin de gırgırla avlanmanın yasaklanması olduğunu söyledim, yine de söylüyorum: Bu gözle görülmeyen yanı, arkadaşlarımızın tuttukları balıkları ile ilgili bir veri ve gelişmeydi. 2012 kışında, 2013-2014’de böyle oldu. 2015’te burası çiftlik oldu. Giren-çıkan belli olmadı artık. Baktılar ki burası çiftlik denetim yok, hiçbir güvenlik yok, keşke daha önce girseydik dediler. Ne arayan var, ne soran ne de durduran… 2015’in Ocak ayının ikisiydi. 30 tane gırgır teknesi geldi, Sedef Adası’nın oraya, yasak bölgenin içine; hepsi birden avlandı. Bir gün, iki gün, üç gün… Kimse onları durduramadı.

2016’da ne oldu peki? Oltayla tutulan balık sayısında hemen büyük azalma oldu. Bu sene çok kötüydü durum, lüfer açısından özellikle. Ben de merak ettim, bir araştırma yaptım. Restoranları tek tek gezdim Büyükada’da… tek tek sordum hepsine: Bu sene kaç tane lüfer sattınız? Ama gerçek lüfer, çinakop, sarıkanat değil. Saydık, topladık 330 lüfer satmış altı restoran, altı ayda. Kani oldum ki bu sene durum kötü. Biliyorduk da netleştirdik, araştırma ile. İnanılmaz bir şey. Günde 200 lüfer satılırdı lüfer zamanında. Oradan anladım ki bu yıl durum kötü, işler kötü.

Peki, üç yıl işleyen yasağa ne oldu da bozuldu?

S.E.: Denetim yok, kurum yok. Neyse…

Şimdi önemli bir konuya değineceğim. Kurbağalıdere ile ilgili bir arkadaş beni aradı. Dedi ki derenin çamurlarını Yassıada’ya döküyorlor. Marin Trafik gemi takibe girdik. Geminin gittiğini gördük. Ondan sonra gemiyi takibe başladık. Arkadaşlarla konuştuk. Konuştuğum arkadaşlardan biri ben şu an Haber Türk’teyim, konuyu söylüyorum dedi. Aradılar beni, sabah 07.30’da burada olun dedim. Milliyet’ten de Gökhan Karakaş’a haber verdik. Slow Food Türkiye’den Defne Koryürek’e haber verdik. Volkan Narcı’yı aradım. Sabah bekledik, sonra yola koyulduk. Onları gördük, geliyorlardı, takip ettik. Bizleri kameraları görünce oraya dökmediler, açıklara doğru gittiler. Denizin ortasına gittiler, kapakları açtılar ve çamuru pisliği açığa döktüler. Bunu tespit ettik biz. Tespit sonrası denize döküm işlemi durdu. Karaya dökmeye başladılar.

Sonraki birkaç gün içerisinde arkadaşlarla konuşuyorduk. Dediler ki çok fena kaşınıyoruz. Sonrasında eşim denize gitti. Döndükten sonra altı tane çıban gibi yara çıktı kollarında, biz çamurun dökülmesine yorduk olayı. Üzerinden iki hafta geçmiş, az bir zaman değil. Akabinde bu iş yayılmaya devam edince, daha önceki dalışlarımda gördüğüm canlı gördüğüm şu mor renkli mercanların hepsi baktım ki gidiyorlar. İki ay içerisinde hemen hepsi etkilendi ve yavaş yavaş ölmeye başladılar. En çok etkilenenler o mor renkli olan paramuricea clavata olanlar, daha bir sürü etkilenenler var. Etkilenmeyen portakal rengi olan eunicella cavolini olanlar, etkilenmemek değil de daha doğrusu direniyorlar. Ama hastalanan, ölen, ölmekte olan hepsi…

Sualtını böyle görünce Ateş ile dedik ki yetişelim, bu son ölümleri çekelim. Ölümleri de tespit ettik bu şekilde. Zaten aynı konuyu ben yüzlerce defa çekmiştim. Bunları yan yana koyduk. Nerede ne var gördük. Sualtı yaşamının, mercan kolonilerinin ne durumda olduğunu gözlerimizle gördük. Dört yıl güzel giderken son final kötü oldu, bunu belirteyim.

Şunu sormak istiyorum: Yassıada’daki etkileri bunlar mı oldu?

S.E.: Hayır, bu anlattıklarım Kurbağalıdere’nin çamur-pisliklerinin denize dökülmesinden sonra yaşananlar. Yassıada’da yaşananlar ise, inşaat toprağının yokuştan aşağı dökülmesiyle oluşan felaket.  Bu dökülenlerin denizin 30-35 metre kadar aşağısına inmesiyle oradaki mercan kolonilerinin havasızlıktan ölmesi durumuydu. Buradaki mercan ölümleri -Sedef, Neandros-Büyükada civarındaki taşlardakiler- zehirlenmeden, Yassıada’dakiler oksijensizlikten oldu. Oradakilerin hepsinin üstüne çamur aktı ve bunlar 30-40-50 yaşında mercanlardı. Biz bu olanları paylaşmaya çalışıyoruz. Şu an bizim yapabildiklerimiz bunlar.

Son günlerde de yazın başlangıcında gırgırla avlanmaya dikkat çekmek ve av yasağı bölgesini genişletmek için bazı eylemler yapıldı. Bunun sonuçları alınmaya başlandı mı, ya da bu konu ile ilgili bir gelişme var mı?

S.E.: Bir ses duyurma ve farkındalık yaratma amacıyla yapılan bir etkinlikti. Volkan Narcı Ankara’ya da gitti, bakan ile görüştü yasağın genişletilmesi için. Sonucu henüz bilmiyoruz, göreceğiz.

Anladım, peki bu av yasağı bölgesinin genişletilmesi istemine tepkiler nasıl oldu?

S.E.: Evet, gırgırcılar, yani büyük reisler bu yasak büyütülürse o zaman küçük ağcılara da yasak konsun demeye başladılar. Küçük, lokal avlananlar; üç tonoz-beş tonoz ile avlananları; gece ağ atıp sabah toplayanları söylüyorlar. Tavsiye kararları içerisine bunu da sokmuşlar. Bu görüşülüyor şimdi, sadece olta ile av yapılsın deniyor. Madem bize yasak, yöre balıkçılarına da yasak olsun deniyor. Tamam, küçük balıkçı çok, ama bunlarla mukayese edilemez. Bir gırgırın bir günde tuttuğu balığı, küçük balıkçılar bir yılda tutamaz. Bunlar için önlem alınması çok kolay aslında. Ağ gözlerini küçültürsün, tekneye koyacağın ağ sayısını küçültürsün. Balık azaldıkça tekneye konan ağ gözü ve sayısı arttı. Eskiden iki tonozla on kilo yirmi kilo balık çıkartılıyordu, şimdi bir kilo çıkartılıyor. O zaman diyor ki beş tonoz atayım –bir ağ boyuna bir tonoz deniyor-. On tonoz atan var, ağ boyu büyüdükçe balığın fiyatı da artıyor. Zahmeti arttıkça maliyet ve fiyat artıyor. Ağlar harap oluyor yırtılıyor, bunun zararları var. Bir de yunusların verdiği zararlar var. Özellikle bu yıl yunuslar denizde coştu, çoğaldılar. Bilemiyorum neden? Müthiş bir yunus popülasyonu var. Balık avı için atılan ağların içindeki balıkları yemek için ağlarda koca koca delikler açıyorlar. Zararları çok. Ama su onların evi, ev sahibi onlar… Öyle bakılmıyor, zararım çok diyor balıkçılar…

Ağ temizliği yapıyorsunuz aynı zamanda, bu sualtı yaşamında bir artı yaratmıyor mu?

S.E.: Pek yaratmıyor. Biz ağ temizlik dalışlarını Ercan Akpolat ve Ekrem Başak arkadaşlarla birlikte yapıyoruz. Bugüne kadar 9.500 metrekare ağ temizledik taşlardan. Biz taşlıkları temizliyoruz, bir hafta sonra yine takılan ağlarla karşılaşıyoruz. Bu böyle devam ediyor maalesef, yani artımız çok olmuyor. Yasak öyle bir çizilmiş ki en güzel taşlar yasak dışında kalmış. Bizim her zaman değindiğimiz konu bu; yasak büyütülsün o taşlar yasak içinde kalsın.

Sergimiz umarız bu amaca hizmet eden ileriki adımları doğurur. Marmara’da nokta kadar olan bu yasağa çok büyük tepki olduğu düşünülürse ne demek istediğim anlaşılır olur sanırım.

Teşekkürler Ateş Evirgen ve Serço Ekşiyan…

 

http://www.adalidergisi.com/cms/adali-dergisi/2010-2019/2016/sayi-133-temmuz-2016/makale/1460/sergi-kuratorlerinden-ates-evirgen-ve-serco-eksiyan-ile-soylesi

About 9ada1deniz

Check Also

Mahkeme Adalar’ı ‘bozacak’ yapılaşmaya ‘dur’ dedi.

Adalar’da pandemi döneminde hızlanan inşaat furyasının önünü açan “Geçiş Dönemi Yapılaşma Koşulları” uygulaması Mimarlar Odası …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir