İstanbul Adaları’nda arkeolojik kalıntı ve eserlerin neredeyse tamamı Bizans dönemi ve sonrasına aittir. Bugüne kadar antik döneme ait çok sınırlı kalıntı elde edilebilmiştir.
Büyükada 1930 yılında Aya Nikola (Karacabey) Mevkiinde, eski Karia (Karye) köyü liman ve savunma surlarının bulunduğu yerde, bahçe kazılırken bir rastlantı sonucu ortaya çıkan ve Kyzikos (Büyükada Definesi) adıyla anılan eski Yunan altın para hazinesi, günümüzde İstanbul Arkeoloji Nüzelerinin Nümizmatik Bölümü’nün koleksiyonları arasında yer almaktadır. 207 sikkeden oluşan buluntular, 160 adet Kyzikos elektronu, üç çeşit tipte Lampakos altın stateri, 16 adet Pantikapaion (Kırım) altın stateri ve 27 adet Makedonya Kralı II.Filip’in altın staterinden oluşmaktadır. Kalan 27 adet M.Ö. 359-336 yıllarına ait sikkeden, buluntuların Makedeonya Kralı’nın saltanatının sonlarına tarihlenebileceği düşünülmektedir.
Bizans devrinde Büyükada’da bir küçük köy, 3 manastır, bir kale ve liman vardı. Bunlardan Büyükada’nın ilk yerleşme yeri olan Karye köyü, bugün Ada’nın doğusundaki Maden Mahallesinin sonunda, Karacabey Mevkiindeki vadide kurulu bir balıkçı köyü idi. XVIII. Yüzyılda kurulduğu düşünülen Prinkipo köyü ise Ada’nın kuzeydoğusunda yer almaktaydı.
1342’de Dük Aleksios Apokavkos’un gerektiğinde sığınabilmesi için yaptırdığı şato, bugün ortada yoktur. 1880’lere doğru bu şatodan kaldığı sanılan üç kule kalıntısı görülmüştür. Bunlarda başka Büyükada’da eskiden bulunan üç manastır; Kadınlar Manastırı (569), Ayios Yeoryios (Ayios Kudunas) Manastırı ve Kilisesi, Hristos (Metamorfosis) Manastırı ve Kilisesi’dir.
Heybeliada Heybeliada’nın bugün izi kalmamış olan eski manastırları, Değirmen Tepesi’ndeki küçük manastır ile Papaz Dağı’ndaki Despotlar Manastırı’dır. Değirmen Tepesi’ndeki manastırın yıkıntıları üzerine, önce Bizanslılar tarafından Ada’nın güvenliğini sağlamak amacı ile bir gözetleme kulesi yapılmış, sonraları kule, yeldeğirmenine çevrildiğinden burası Değirmen Tepesi Adını almıştır.
Bazı kaynaklara göre Papaz Dağı’nda yer alan Aya Triada Manastırının yerinde daha önce Despotlar Manastırı adlı manastır bulunmaktadır. Kurucusu pek az kesinlik taşıyan rivayete göre IX. yüzyıl Rum İmparatorluğunun en belirleyici kişilerinden biri olan patrik Photios’tur. Manastırın ilk kuruluşu 809 yılı olarak kabul edilmektedir. Aya Triada Manastırı XVI. Yüzyılda Metrophanes tarafından yeniden inşa ettirilmiştir. 1821 yılında yanan manastır, 1844 yılında patrik IV. Germanos tarafından onartılmıştır.
Bugün askeri alan içinde yabancı diller okulu, daha öncede Helen Ticaret Okulu olan Panaiya Kumariotisa Manastırının kurucusunun VIII. Ioannnes Paleologos olduğu genel kabul görmektedir. Manastırın kuruluş tarihi ise 1431 olarak kabul edilmektedir. 1672 yılında çıkan yangında manastırda yer alan Meryem Ana ibadethanesi dışında her şey yanmıştır. 1796 yılında yeniden inşası sırasında enkaz arasında ana giriş kapısında yer alan bir yazıtın parçası bulunmuştur. Manastır 1831 yılında önemli bir değişiklik daha geçirmiştir.
Heybeliada’da Aya Yorgi adına yapılan ve geçmişi diğerleri kadar eski olmayan üçüncü bir manastır daha bulunmaktadır. Yapı sarp bir yalıyar üzerinde yer aldığından Uçurum Manastırı adıyla anılmaktadır. Manastır 1758 yılında III. Ioannis Karacas tarafından restore ettirilmiştir.
Deniz Lisesi’nin bulunduğu alanda Bizans Devrinde kullanılan bir tersanenin 1930’lu yılarda kısmen suyun içinde, kısmen kıyıda, Horasan ile yapılmış eski ve kalın duvar kalıntıları görülürdü. Bugün bunlardan bir iz kalmamıştır.
Burgazada Burgazada’nın antik çağdaki durumu hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte, bugün Bayraktepe olarak bilinen alandaki Metamorfosis Manastırı’nda bazı kalıntılar bulunmaktadır. Manastırın batı kapısında bulunan Romalılara ait bir mezar taşı Romalılar devrinde buranın meskun olabileceği fikrini uyandırmaktadır. Kalıntıların bir kısmı küçük bir ibadethanenin yapımında kullanılmıştır. Manastırın kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte I.Basileios (867-886) tarafından kurulduğu ileri sürülmektedir.
1869 yılında yeniden inşası sırasında eskiye ait birçok yapı öğesi yitirilmiştir. Eski kiliseye ait bir duvar kalıntısı günümüze ulaşmıştır. Tuğla örgülü duvarda yer yer ilk çağa ait süslemeler görülmektedir. Yine ilk çağa ait sütun gövdeleri, başlıkları, lentolar ve başka mermer yapı öğeleri, yaklaşık 40 metre çapındaki bir alana dağılmış haldedir. Ayrıca Burgaz Koyu çevresinde “Panormum Castrum” adını taşıyan kalenin kalıntılarından bahsedilmektedir.
Kınalıada Bizans devrinde Kınalıada’da üç manastır kurulmuştur. Bütün ada bu manastırların mülkiyetinde bulunmakta idi. Fetihten önce ikisi harap olmuş, bugüne yalnız bir tanesi gelebilmiştir. Kınalı’nın aşağı tarafında bulunan manastır, bugünkü Rum Kilisesi ile Ermeni Kilisesi arasında bulunmaktadır. Rum Panaiya Kilisesinin temelleri kazılırken bu manastıra ait, şeklini yitirmiş kalıntılar bulunmuştur. Kırık sütunlardan başka kalıntısı olmayan bu manastırda Bizans İmparatorları Mikhail Rangabe (811-813) ve Romanos Lakapenos (920-944) yaşamış ve çile çekmişlerdir.
Fetihten sonra harap olan manastırların malzemelerinin çoğu kamu binalarının inşasında, kalanı da Metamorfosis Manastırının tamamlanmasında kullanılmıştır.
Kınalı Fırın Sokağı’ndan yukarı tepeye çıkarken 40 metre çapında bir çukurun XVI. Yüzyılda Pierre Gilles, 1880’e doğru da Gustave Schlumberger tarafından görüldüğü ve bu çukurun büyük bir sarnıca ait olduğu, sarnıcın malzemelerinin de yeni yapılan inşaatlarda kullanıldığından, sarnıcın toprakla dolduğu yazılmakta ve İngiliz donanmasının Kınalı önlerine geldiğinde su ikmali yapmak istediği sarnıcın bu sarnıç olduğu kaydedilmektedir. Kınalıada’nın sarnıçlarından bugüne hiçbirşey kalmadığı görülmektedir.
Sedefadası Eski adları “Terevinthos”, “Terebinthos”, “Andircuithos”, “Andirovithos”, “Antirhoboto”, “Rhodusse II”, “L’ile de Coquilles (Midyekabuğu Adası)” olan Sedefadası’nın adını Sedef çiçeğinden aldığı düşünülmektedir. 1850 yıllarına kadar sakinlerinin tavşanlar olması sebebi ile “Tavşanadası” olarak da anılmıştır.
Sedefadası’nın Bizans ve Ortodoks kilise tarihinde önemli bir yeri vardır. Ada’da üç veya daha fazla manastırın kurulduğu söylenir. Patrik Leonidas tarafından kurulduğu kabul edilen Terevinthos Manastırı’na Patrik İgnatios Theophorus (ölm. 877), İmparator I. Romanos Lekapinos’un oğlu Konstantinos (945), Patrik I. Theodosios (1184) sürgüne gönderilmişlerdir. Manastır da bu sıralarda restorasyon geçirmiştir.
Patrik Ignatios, ilk kez 857 yılında geldiği Sedefadası’ndaki Kapalı Yer Manastırı (Taksiarkhi) hakkında bilgi vermekte ve bu manastırdan Saint Michel (Mikhail) veya “Monastere L’Archange” adlarıyla söz etmektedir. Bazı araştırmacılara göre manastırın Ignatios’un son patrikliğinin 6.yılı olan 873 tarihinde inşa edildiği ifade edilmektedir. Sedefadası’nda Ignatios tarafından inşa ettirilen manastırlar dört tanedir. Birinci grup, ilk patrikliği sırasında yaptırmış olduğu üç dini konut, ikinci grup ise, ömrünün sonlarına doğru yaptırmış olduğu manastırlardır.
Bir süre Ada’nın Terk-i Dünya olarak anıldığı ve maddi dünyadan uzaklaşmak isteyenlerin de burada yaşamış olup daha sonra Büyükada’ya göçmüş oldukları bilinmektedir. Günümüzde bu yapılardan, iskelenin solunda sadece yarım bir duvar yıkıntısı ile biraz ilerisinde bir sarnıç ve lahit parçaları kalmış olduğu görülmektedir.
Sedefadası Birinci Dünya Savaşı yıllarında Büyükada’lılar yakacaklarını buradaki ağaçları kesmek suretiyle sağladıklarından, ağaçsız ve çıplak bir duruma gelmiş, ayrıca Büyükada’dakilerin keçilerinin otlağı haline gelen Ada’da otlar tamamen yok olmuş, adada ağaçlandırma çalışmaları 1950’li yıllarda yeniden başlamıştır. 1960 yılında 21 katlı 60 bina yapımı tamamlanmış ve iskan izni alınmıştır.
Yassıada Görünüşü yayvan olduğu için Bizanslıların “Plati” (düz) veya “Platea” adını verdikleri bu ada, geçmiş devirlerde büyük ölçüde gözetleme üssü olarak kullanılmıştır. Bizans tarihi boyunca en korkunç sürgün yerlerinden biri olmuştur. Yeraltına oyulan altı hücreye soylu suçlular gönderilirdi. Toprak düzeyindeki delikten hücreye atılan hükümlüler ölene dek burada kalırlar, yiyecekleri de aynı delikten atılırdı. Bizans devrinde çile çekmek isteyen kişilerin de kendi istekleriyle Ada’nın güç şartları içinde yaşadıkları belirtilmektedir.
Yassıada’nın doğusunda 10 metre eninde, 13,50 metre uzunluğunda ve 3 metre yüksekliğindeki duvarlar o dönemin bir manastır kalıntılarıdır.
Bizans İmparatoru Theofilos zamanında (829-846), Platea Manastırı, daha sonra da Doğu Kilisesi yöneticisi Ignatios tarafından Kırk Azizler adıyla bir kilise ile Meryem Ana için bir mihrap yaptırıldı. Tepede görülen tapınak kalıntıları bunlardır. Ignatios tarafından yaptırılan kilisenin altında 4 tane büyük ve geniş mahzen vardı. Bunlar X. yüzyıldan itibaren tekrar hapishane olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Türklerin eline geçtikten sonra Yassıada, XIX.yüzyıl ortalarına kadar kendi haline terk edildi. Sultan Abdülmecid devrinin (1839-1861) İngiliz Sefiri Sir Henry Bulwer Lyton bina inşa etmek, bağ ve bahçe yetiştirmek üzere Yassıada’yı satın almıştır. Sefir, Ada’nın sahiline ve tepesine Mimar Konstantin Dimadis’e mazgallı siperlere, Gotik-Arap karışımı görünüme sahip olan ilk ortaçağ kalesini inşa ettirdi (1864).
Prof. Dr. Semavi Eyice’nin 1961 yılında Arkitect adlı dergide yayınlanan makalesinde; kıyıdaki yapının tamamen bir Ortacağ İngiliz şatosunun taklidi olarak inşa edildiğini, sol taraftaki girişin yanında kulenin içinde Bizans manastırından kalan bir dehliz başlangıcı olduğundan, yukarı kısımda bulunan yapıyı incelediğinde ise Bizans manastırından kalma hücrelerin yapının içine katıldığından, yapının malzemesinin ise Bizans yıkıntılarından çıkarılmış parçalar ile kırmızı tuğlalar kullanılmış olduğundan sözetmiştir.
Yassıada 1948 yılında kamulaştırma yoluyla Maliye Hazinesi’ne geçmiş ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından üzerine askeri tesisler yapılmış ve 1952’den 1978’e kadar eğitim tesisi olarak kullanılmıştır. Deniz Kuvvetleri tarafından yapılan inşaatlar sırasında Ada’da küçük bir çömlek içinde 196 adet hepsi de XI.yüzyıla ait altın Bizans sikkesi bulunmuştur.
Sivriada Eski adları “Okseia”, “Oksia”, “Oxeia”, “Oxia”, “Oxya” olan Sivriada, günümüzde yerleşim olmayan kayalık bir adadır. Ada’nın güney yanı denize dik kayalıktır, kuzey yanı ise yabanileşmiş bitki ile örtülüdür. Sivriada’nın jeolojisi tamamen tabakalı, kıvrımlı silürien kuarsitlerden oluşmaktadır. Ada bu nedenle Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde çok uzun bir süre taş ocağı olarak kullanılmış, özellikle Haydarpaşa liman ve mendirek yapımında Sivriada’dan çıkarılan taşlar kullanılmıştır. Adanın doğal yaşamına ve silüetine büyük zarar veren bu uygulamaya 1970’lerde son verilmiştir.
Sivriada da Bizans döneminde sürgün yeri olarak kullanılmıştır. XI. Yüzyılın ikinci yarısında Ada’da dini icazete uygun sistemli bir hayat başlar. 1158’de I. Manuil’in ve XIII. Yüzyılda Georges Pachymere’in yazılarından Ada’da bir manastır olduğu anlaşılmaktadır. I.Nikiforos zamanında inşa edilmiş olan manastıra, burada sürgün hayatı yaşamış olan Ayios Plato’nun adı verilmiştir. Ayrıca Patrik Anastasios tarafından yaptırılmış küçük bir kilise ile “Mikhail” adına inşa ettirilmiş bir manastır ve kiliseden de söz edilmektedir. Bazı kaynaklarda ise Ada’da bir yetimhanenin bulunduğu yazmaktadır.
1910 yılından sonra adaya İstanbul’dan toplanan başıboş köpekler buraya atılmaya başlamıştır. Daha sonraları bu işe son verilmiştir. 24 Eylül 1987 yılında yapılan incelemelerde; kuzeyde limancığın, eski büyük taşların kalıntıları, bir manastır harabesi, arkasında yüksek istinad duvarları, ayazma kalıntısı, kırk metre yükseklikte batı yönüne doğru kilise harabesi, bir küçük sarnıç ve birinci tepeye yakın küp biçiminde sarnıça rastlanmıştır. Bu yapı kalıntılarının mimari üslubu ve malzeme cinsi Bizans yapım tekniğine uygundur.
Birinci tepenin doruğuna yakın, taşlarla çevrilmiş bahçeciklerden, buralarda eskiden beri manastır ve kilise sakinleri tarafından bahçe tarımı yapılmış olduğu anlaşılmaktadır. Uzun yıllar ekim yapılmamasından ve susuzluktan toprak kül haline gelmiştir.
Kaşıkadası
Eski adları “Piti”, “Pitys”, “Pitya”, “Pitta”, “Pita”, “Pyta” olan ve halk arasında “Pideadası” diye de anılan Kaşıkadası’nın Grekçe adı adanın Rumca (Pita-küçük ekmek-pide)’den geldiği bilinmektedir. Adanın Türklerce Kaşıkadası diye anılmasının sebebi, dış görünüşünün ters çevrilmiş bir kaşığı andırmasından kaynaklanmaktadır.
Kaşıkadası’nın geçmişi hakkında kesin bilgi yoktur. Kayıtlarda eskiden sürgün yeri olduğu belirtilmekte, adada küçük bir ibadet ve lahit yeri ile restore edilmiş durumda birkaç eski sarnıç bulunmaktadır. Ada işadamı Ali Dinçkök’e aittir ve İstanbul adaları içinde özel mülkiyet statüsünde olan tek adadır.
Tavşanadası
Eski adları, “Neandros”, “Hyratros”, “Rhodusse I”, ve “Rhobito” olan Tavşanadası’nın halk arasında yaygınlaşmış bir adı da “Balıkçı Adası” veya “Küçük Ada’dır. Meskun olmayan bu ada eski sakinlerini tavşanlar olması sebebiyle bu adı almıştır. Tavşanadası da diğer adalar gibi Bizans devrinde sürgün yeri olarak kullanılmıştır.
I.Manuel Komninos’un Adalar hakkında kaleme aldığı bir listede, Neandros Adası hakkında “manastırı da vardır” kaydı mevcuttur ki, Patrik Ignatios’un inşa ettirdiği bu manastırın varlığı Niketas Palogonen’in eserinde de belirtilmektedir. Bu yapı, 1158’e kadar varlığını sürdürmüştür. Ayrıca Aya Yani (Ayios Ioannis) manastırının harabeleri halen mevcuttur53. 1158’de I.Emanuil’in ve XIII.yüzyılda Georges Pachymer’in yazılarından da Ada’da bir manastır olduğu anlaşılmaktadır.
Vordonisi Adası (Batık Ada)
Halk arasında “Batık Manastır” diye de anılan ve Kınalıada’nın kuzeydoğu ucu ile Bostancı arasında bulunan bu adacağın Ortodoks tarihinde önemli bir yeri vardır. Eskiden burada bir manastır olduğu ve Patrik I. Fotios’un buraya kapatılarak ömrünün son yıllarını burada geçirdiği bilinmektedir.
Bazı kaynaklara göre ise yaklaşık bin yıl önce büyük bir deprem sonucu ada batmıştır. Ayrıca Küçükyalı’da yapılan kazı çalışmaları sonucu ortaya çıkan Saitros Manastırı’nın Vordonisi Manastırının ikizi olduğu söylenmektedir. Şu anda manastır kayalıklarının üzerinde bir fener bulunmaktadır.
1964 yılında sualtı arkeologlarınca yapılan araştırma sonucu 18 adet su altında kalmış eserlerin yeri tespit edilmiştir. Eski bir haritadan yararlanan balıkadamların yaptıkları dalışlar sonucunda, Bizans’ın ilk Patriklerinden I. Fotios’un mezarının suyun 23 metre derinliğinde bulunduğu tespit edilmiştir.
Mimari Nitelikler
Adalar’da bugün ayakta duran yapı birimlerinin en eski ürünlerinin, iki yüz yıllık bir tarihten öteye gitmediği görülmektedir. Mevcut en eski mimari eserler Osmanlı ampir, barok sivil mimarlık örnekleridir.
Adalar’da XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapımına izin verilen manastır, kilise ve okullar mimarisinde Akademizmin, Helenistik kültürün üstünlüğü konusunda 1800’lerden sonra gelişen batılı düşüncelerin etkileri açıkça görülebilir. Papaz okulları yerli ahşap yapı geleneği karşısında kâgir yapı teknikleri ile de Osmanlı geleneğinden kopmuş yapılardır.
Neoklasik Türk ve milli akımın Adalar’da pek kendini göstermemiş olması, Büyükada iskelesi gibi birkaç yapının dışında, Adalar’daki nüfusun kültür eğilimlerini olduğu kadar aynı zamanda Neoklasik akımın etkisiz ve sınırlı kalışını da açıklayacak niteliktedir.
Adalar’da yapılar, XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra hızla artmaya başlamıştır. Bu etkiler Lale devrine kadar geriye gitmektedir. İlk zamanlarda süslemede görülen yabancı etkiler, önce çeşmelerde dışa yansımış sonra dışbükey sapmalar ve baroğun tipik eğrisel alınlıklarıyla yapı cephelerine ve oval sofalarla da planına girmektedir. Barok etkilerin konutlara yansıması daha çok iç süslemelerde, çiçekliklerde, tekne tavanlarında ve duvar resimlerinde görülmektedir. Bu barok geleneksel konut mimarlığına öylesine girmiştir ki adeta onun malı olarak uzun yıllar devam edip günümüze kadar gelen özellikler olarak kalmıştır.
Tanzimat’ın ilanıyla (1839) Müslüman olmayan halkın Türklerle eşit haklara sahip olmasından sonra, İstanbul’un sıkışık arsa ve yapılarında uygulanamayan yeni moda mimarlığı Adalar’da kolayca gerçekleştirilmeye başlandı. İstanbul’da kâgir olarak uygulananlar, Adalar’da Osmanlı ahşap yapı geleneği ile çabuk, kolay, ucuz uygulanabildi. XX. Yüzyıl başında Adalar’da oteller yapılmaya başlandı. Yine yüksek derecedeki devlet memurları, paşalar da Avrupa modasını severek Adalar’da yazlık köşkler satın almış veya yaptırmışlardır. Bu yaşam I. Dünya Savaşı’na kadar sürdü. XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra hızlanan yapı etkinlikleri XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar aynı hızla sürdmüştür.
Art-Nouveau (Ar Nuvo) bezemesi Türkiye’ye XX. yüzyılın başında İtalyan mimar D’Aronco ile gelmiş ve İstanbul’da olduğu gibi Adalar’da da 20-30 yıl kâgir ve ahşap yapıların daha çok süslemesinde etkin olmuştur.
Milli neoklasizm, Art – Nouveau’yu da aşarak ülkede varlığını kısa bir süre daha sürdürürken, Adalar’ın bir durgunluk dönemi yaşadığı görülür. Geç Osmanlı döneminin servet birikim merkezi olan Adalar’da, Kübizm ile Ekspresyonizmin ufak tefek ürünlerine rastlanmaya başlanmıştır.
Batının geriye bakarak geçmiş mimarlığını yeniden canlandırması sonucu, Türk mimarlarını da harekete geçirmiştir. “Osmanlı Neo-Klasik Akımı” olarak adlandırılan bu akım sonucu pek çok ürün ortaya konulduysa da, bu akım Adalar’da fazla yayılmadı. Ancak Büyükada vapur iskelesi bu akımın bir uyarlaması olmuştur.
Günümüzde Adalar’da iki tür yerleşme biçimi göze çarpmaktadır. Birincisi bahçeli sıra evler biçiminde toplu yerleşmelerdir. Bunlar bir mahalle karakteri gösterir. Evler küçük ve dar cepheli, çoğu kez iki katlıdır. Geleneksel Türk pencereleriyle kurulan cepheleriyle, kırma çatılı Türk evi tipleri yanında batı etkisinde yapılmış olanları da vardır.
İkincisi ise dağınık yerleşmelerdir. Büyük bahçeler içinde, tümü ile batının “seçmeci” (eklektik) olarak adlandırılabilen neo-klasik, neo-rönesans, neo-barok ve ampir üsluplarıyla etkilerini taşır. Büyük, iki üç katlı, özenle yapılmış evlerdir. Çoğunluğu ahşap ve boyalıdır. Bodrum ve bazen zemin katlar kâgirdir ve tümü panjurludur. Zemin katlar yerden yüksektedir. Taştan çoğu kez döner, özenli merdivenlerle giriş kısmına ulaşılır. Üsluplar içinde en çok göze çarpan neo-gotiktir. Planın simetrikliği bazen bir kule ile bozulur. Çatılar sivri ve iki yöne eğimlidir. Çatı alınlıkları gotikte kemerli ve dantel gibi süslüdür. Çatı katı vardır. Çatı alınlığı altı balkondur. Yüksek bacalar, çatılardan dışarıya çıkan üçgen tavan arası pencereleri, çatı mahya ve saçaklarındaki tepelikler gotiğin özellikleridir64.
Klasik üsluplarda üçgen çatı alınlıkları, yuvarlak çatı pencereleri, duvara yapışık sütunlar ve başlıklar, yatay silmeler, üçgen pencere alınlıkları, kolonlu üstü kapalı zemin kat terasları izlenir. Üstü kapalı balkon çıkmalar biçiminde yapının orta ekseninde altı kolonlu girişten çatıya kadar devam eder. Korkuluklar balkonlarda oyma süslü ahşaptan, teras ve bahçelerde dökme, bükme, dövme demirdendir. Bahçe kapıları da yine aynı biçimde demirden süslü alınlıklar taşımaktadır. Geleneksel oranda pencereler yerine, yere kadar devam eden Fransız pencereleri uygulanmıştır. Barok süslemeler, korkuluklarda, pencere ve saçak pervazlarında her üslup içinde görülebilir65.
İstanbul’un betonlaşması, apartmanlaşması ve yoğunlaşması sonucunda; sakin, temiz, doğa ile iç içe yaşamak isteyen insanlar, özellikle yaz aylarında Adalar’a akın etmiş, ancak bu süreç sonucunda Adalar, özellikle son 30 yılda betonlaşma ve apartmanlaşmadan kurtulamamış ve Adalar’ın doğası da bozunuma uğramıştır.
Kaynaklar
Pars Tuğlacı, “Tarih Boyunca İstanbul Adaları”, Say Yayınları, Boyut Matbaacılık A.Ş., Nisan 1995, Cilt I,
J’Pargoire, Les Monasteres de Saint Ignace et les cing plus petit ilots de L’Archipel des princes, Sofia,1901.
Leon Gustave Schlumberger, Prens Adaları, İletişim Yayınları, 1996, s.31-32
Erendiz Özbayoğlu, T.C. Kültür Bakanlığı, Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü, 18. Araştırma Sonuçları Toplantısı 1.Cilt 22-26 Mayıs 2000 İzmir,Ankara 2001
Nejat Gülen, Heybeliada, Tekin Yayınevi,1985 Temmuz
1/5000 ölçekli Adalar Koruma Amaçlı İmar Planı Raporu