80’ler devletin elde avuçta ne varsa satıp savdığı, ülkenin ormanları ve sahillerinin özel sermayeye aktarıldığı yıllardı. 2000’ler ise yeni bir korunan alan stratejisinin sahnelenmesine şahit oluyor: Azaltırken artırıyor gibi yapmak.
Türkiye öyle bir ülke ki, bir konuyu uzun soluklu olarak ele alıp incelemek mümkün olmuyor. Tam odaklanıyorsunuz, yeni bir konu ortaya çıkıyor birden ve görmezden gelemiyorsunuz.
Yeniden yabanlaştırma konusuna, tam da bu nedenle kısa bir ara vermek durumundayım. Çünkü ülkemin zaten korunamayan korunan alanları darbe üstüne darbe almaya devam ediyor.
Korunan alan nedir?
Korunan alanlar konusundaki en yetkin uluslararası örgüt olan IUCN[1] korunan alanı şöyle tanımlıyor[2]:
“Bir korunan alan, ekosistem hizmetleri ve kültürel değerlerle doğanın uzun süreli korunmasını sağlamak için yasal ya da diğer etkili yollarla ayrılmış, tanımlanmış ve yönetilen, tanımı açıkça yapılmış bir coğrafi alandır.”
Detaylarına girmeye gerek yok ama yine IUCN korunan alanları, o alanın koruma-kullanma dengesine göre yedi farklı kategoride topluyor. İlk kategori kullanımın bütünüyle sınırlandırıldığı alanları, son kategori ise korumayla birlikte en yüksek kullanım miktarının olduğu alanları içeriyor. Ülkeler elbette IUCN’in bu sınıflandırmasına uymak zorunda değil. Hemen her ülkede farklı bir korunan alan sistemi oluşmuş durumda. Belki de bütün dünya ülkelerinde statüsü en yaygın olan ve özellikleri birbirine en çok benzeyen korunan alanlar milli parklar. Oysa örneğin bir başka korunan alan statüsü olan tabiat parklarıFransa ve Almanya’da on hatta yüz binlerce hektarlık alanları kapsayan ve doğanın içindeki insan yaşamı, yani kültür ile birlikte korunduğu alanlar iken, maalesef Türkiye’de, özellikle son yıllarda bir iki hektarlık orman içi dinlenme yerlerinin dönüştürülmesiyle oluşturulmuş çakma korunan alanlar durumunda.
Dünyanın korunan alan sitemi içerisinde değerlendirilen ilk korunan alanı 1872 yılında milli park olarak ilan edilen Yellowstone. Türkiye’nin ilk korunan alanı ise Orman Kanunu’na göre 1950 yılında ilan edilen Belgrad Muhafaza Ormanı. Aslında muhafaza ormanı kavramı Türkiye’de ilk kez 1924 yılında çıkarılan 504 sayılı Türkiye’de Mevcut Bilumum Ormanların Fenni Usulü İdare ve İşletilmesi Hakkında Kanun’da kendine yer buluyor. Kanun’un 8’inci maddesi toprak ve su muhafaza karakteri ağır basan orman alanlarında üretimin yasaklanmasını ve bu tür orman alanlarının muhafaza ormanı olarak ayrılmasını öngörüyor. Ne var ki ilk muhafaza ormanının ilanı için 26 yıl daha geçmesi gerekiyor. 1956 yılında çıkarılan 6831 Sayılı Orman Kanunu da 25. maddesiyle ilk kez milli park kavramını Türkiye’ye getiriyor ve bu madde doğrultusunda Yozgat Çamlığı 1958 yılında Türkiye’nin ilk milli parkı olarak ilan ediliyor.
Korunan alan sistemi zaman içinde, 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu gibi yasal düzenlemeler ve Ramsar[3] gibi taraf olunan uluslararası sözleşmeler yoluyla genişliyor; Korunan alan sisteminin içerisinde doğal alanlarla birlikte kültürel alanlar da girmeye başlıyor. 1983 yılında 2873 Sayılı Milli Parklar Kanunu çıkıyor. Açık söylemek gerekirse, korunan alanlar hiçbir zaman korumanın ideal olarak yapılabildiği alanlar olmadı Türkiye’de. Mevzuat, yönetim, finansman, yetki karmaşası, ziyaretçi yönetimi anlayışının olmaması, kullanıcıların bilinçsizliği gibi sıkıntılar nedeniyle korunan alanlarda koruma hep ağır aksak işleyen bir yapı olarak kendini gösterdi. Ama diğer taraftan hatırı sayılır miktarda doğal ve kültürel alan, her şeye rağmen aşırı kullanım baskısından bir ölçüde de olsa kurtarılmış, hiç değilse sınırları güvence altına alınmış oluyordu.
Azaltırken artıyormuş gibi yapmak
Seksenler, yeni nesil için yalnızca bir dizi adı olabilir belki, ama seksenler aynı zamanda bu ülkenin yazgısının değiştiği dönemdir: 12 Eylül darbesi sonrasında çıkarılan antidemokratik anayasa, 1983 seçimleri, Turgut Özallı, serbest piyasacı yıllar ve devletin elindeki avucundakini satarak halkın kaderini kapitalizmin eline kurbanlık koyun gibi teslim etmesi sürecinin başlaması… Öyle ki sırf kadın olduğu ve güzel sanıldığı için el üstünde tutulan Başbakan Tansu Çiller’in, devlet ormanlarının özelleştirilmesi gerektiğini söyleyebilecek kadar cüretkar davranabildiği bir özelleştirme rüzgarı esmeye başlamıştı.
Özelleştirme her zaman tapusunun verilmesiyle olmuyordu elbet. Ülkenin en güzel koyları, sahilleri, ormanları yine bu dönemde çıkarılan Turizmi Teşvik Kanunu aracılığıyla sermayeye peşkeş çekildi. O da yetmedi, korunan alanların sınırları değiştirilerek sermayenin önünde hiçbir diken ve çakıl bırakılmadı. Örneğin 1972 yılında 70 bin hektarlık alanı koruyacak şekilde milli park ilan edilen Olimpos (Beydağları), 1988 yılında üç satırlık bir bakanlar kurulu kararıyla 35 bin hektara düşürüldü. Gerekçe de milli parkın sahil kesiminde kalan alanlarında turizmin kolay gelişmesi, sosyal problemler ve yerleşim alanlarından kaynaklanan mülkiyet sorunlarının çözülebilmesi olarak açıklandı. Milli park olmaktan çıkarılan o alanlar; Beldibi, Göynük, Kemer, Tekirova, Çamyuva sahilleri şimdi bir uçtan diğerine beş yıldızlı otellerle dolu.
2000’li yıllar ise yeni bir korunan alan stratejisinin sahnelenmesine şahit oluyor: Azaltırken artırıyor gibi yapmak. Hani neredeyse artırıyor gibi çek panpa diyecek birileri. Uzun uzun anlatmayayım. Sadece devletin resmi kurumu olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın[4] raporuna yansıyan istatistiklere bakmak bile yeterli ne olduğunu anlamak için.
Ormancılık örgütünün (Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü) sorumluluğunda olan korunan alanlardan yalnızca tabiat parkları ve tabiat anıtlarının alanı artmakta iken, en güçlü koruma statüsü olan muhafaza ormanlarının ve tabiatı koruma alanlarının miktarında sırasıyla %22 ve %27 oranlarında azalma meydana gelmiş yalnızca dört yılda. Milli park sayısı 40’tan 42’ye çıkarken alanları yaklaşık 2 bin 500 hektar azalıyor. Yaban hayatı geliştirme sahalarının sayısı artarken alanı azalıyor. Peki, artış nerede? Artış aslında nitelik olarak bir korunan alan olmayan tabiat parkları ve tabiat anıtlarında meydana geliyor. Çünkü özellikle tabiat parklarında korumadan çok kullanım eğilimi baskın. Zaten tabiat parklarının büyük çoğunluğu eskiden orman içi dinlenme yeri statüsünde olan alanlar. Orman içi dinlenme yerleri Orman Kanunu’nun yapılaşmayla ilgili koruyucu hükümlerine tabi. Oysa onları tabiat parkı yaptığınızda, hem kağıt üzerinde korunan alan sayı ve miktarını artırıyorsunuz hem de o alanları Milli Parklar Kanunu’nun yapılaşma açısından çok daha esnek kollarına bırakıyorsunuz. Nasıl ama?
Kaynak: https://kuzeyormanlari.org/2020/04/25/korunamayan-korunan-alanlar-1/
[1] International Union for Conservation of Nature
[2] https://www.iucn.org/theme/protected-areas/about
[3]Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme
[4] Çevresel Göstergeler 2017, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı raporunun tamamı için tıklayın
(Yeşil Gazete – Cihan Erdönmez)