Hangi Kentte, Hangi Hak?

Marcelo Lopes de Souza *  

Çeviren: Aytaç Demirci** Düzelti: Erbatur Çavuşoğlu

İlk kez 1960’larda Fransız filozof Henri Lefebvre tarafından telaffuz edilen “Kent Hakkı” ifadesi bugünlerde epey revaçta. Karşılığında ödenen bedel ise genellikle Lefebvre’ in kavramının içinin boşaltı iması ve yozlaştırı iması oluyor: Çoğu durumda kavram sadece kapitalist kent bağlamında ve (“iyileştirilmiş”) temsili “demokrasi” temelinde daha “insani” bir yaşam hakkını ifade ediyor.
Bunun karşısında, 1970’lerin başından beri Lefebvre’in düşüncelerine eğilen, mümtaz Marxist kent araştırmacısı David Harvey, reformist olmayan bir  “Kent Hakkı” anlayışını devam ettiriyor. Dahası, eleştirel analizinde beylik akademik düzeyin ötesine geçen Harvey, politik-stratejik değerlendirme ve tavsiyelerde bulunuyor. Fakat liberter bir noktadan bakıldığında Harvey’in sözleri, günümüzün otonom karaktere sahip, radikal demokrasi temelli toplumsal hareketleri ile bunların eylemde bulunduğu koşulları içeren yeni fenomenleri eski gözlüklerle, o da kısmen, görmeye yeltenmekten farksız geliyor: Eski gözlüklerden kastım devletçilik, merkeziyetçilik ve hiyerarşi. Bunun sonucu olarak bugünün aktörleri, eylemlilikleri, potansiyelleri ve stratejileri genellikle yanlış değerlendirilmektedir. Bu makalenin amacı bu tür bir yorumun sınırlarını göstermek olduğu gibi liberter bakış açısıyla “Kent Hakkı”nın ne olabileceğini ve bu amaca ulaşmak için nasıl bir strateji izlenebileceğini tartışmaktır. Bunu yaparken kavram sadece spekülatif bir teşebbüs olarak ele alınmayıp Latin Amerika’dan Avrupa ve Afrika’ya farklı toplumsal hareketlerin somut deneyimlerinden esinlenilecektir.

 

Başka Bir Dünyada Başka Bir Kente Hak Olarak Kent Hakkı: Henri Lefebvre’e Dönüş Ve Lefebvre’in Ötesinde

“Kent Hakkı” sloganı etrafında artan bir tartışmanın ve bir nebze de hareketliliğin olduğu gözleniyor. İlk bakışta bunlar, doğrudan ya da dolaylı olarak Henri Lefebvre’in 1960’ların sonunda ve 1970’lerde geliştirdiği tez ve analizlerinden ilham alıyor gibidir.

Peki ama neden “ilk bakışta”? Çünkü akademik çevrelerde ve bir miktar da STK’lardan uluslararası ve ulusal (kentli) “kalkınma” bürolarına kadar çeşitli mecralarda Lefebvre’in eserlerine yönelik yeni bir ilgi doğmakla birlikte, Lefebvre’in yaklaşımları ve radikalliği her zaman dikkate alınıyor veya muhafaza ediliyor gibi görünmüyor. Tam tersine.

Brezilya’nın Ministerio das Cidades’inden (Kentler Bakanlığı) Hamburg’un Recht auf Stadt-Netzwerk’me (Kent Hakkı Ağı), küçük STK’lardan BM-Habitaf ma, “Kent Hakkı”nı bir çeşit şemsiye-kavram gibi kullanan kalabalık bir kitle bulmak mümkün. Bunların çoğu, “sürdürülebilirlik” benzeri diğer şemsiye ifadelerde olduğu gibi, “Kent Hakkı”ndan ne anlaşılması gerektiği herkesin malumuymuş gibi davranıyor. Oysa “Kent Hakkı”nın statükocu oluşum ve gruplarca basitleştirilip evcilleştirilmesi ciddi bir tehlike arz ettiğinden, hiç değilse özgürlükçü toplumsal hareketler ve radikal münevverler Lefebvre’in bu ifadesini bir çeşit “ihtilaflı bölge” olarak değerlendirmeliydi.

Şimdi soralım: “Kent Hakkı”ndan ne anlaşılıyor? Temel unsurları nelerdir veya bunlara ilişkin ne tür yorumlar yapılmaktadır?

Pek çok (aslında çoğu) STK ve (kentsel) “kalkınma” ajansı için “Kent Hakkı” şöyle bir ideal senaryoya tekabül etmektedir: “insani ve hesaplı konut” (dar anlamıyla “iyi” konuttan, “iyi” bir altyapısı olan mahalleye ve “çevre dostu” taşıma olanaklarına) + “katılım” (bu bağlamda çoğu gözlemci ve aktör, sadece fikir alınmasını bile bayram edilecek bir şeymiş gibi kabul ediyor). Politik-felsefi, açık ya da gizli sosyal-teorik unsurlar ise şöyle özetlenebilir: “Mümkün olduğunca sosyal adalet ve çevre koruma elbette, ama lütfen gerçekçi olalım, ütopya devri kapandı artık.”

Bu somut olarak şuna tekabül ediyor:

1) Neoliberalizm kesinlikle reddedilir, ama olduğu haliyle kapitalizm değil (yani burada, yapılabilecek en iyi şeyin neoliberalizmi, yeri geldiğinde alternatif, “dayanışma” temelli ekonomik mikro-kümelenmelerce desteklenecek bir çeşit “sol-Keynesçilikle” değiştirmek olduğuna yönelik örtük bir önerme bulunuyor).

2) Şu “küresel Güney”in şu “fakir ülkeleri”ne büyük fenalıklar eden korumacılık, kesinlikle mücadele edilmesi ve alt edilmesi gereken bir şeydir; ancak küresel (kapitalist) pazar, “Tobin Vergisi” ve benzeri araçlarla “ehlileştirilebilir,” dolayısıyla
bizzat kapitalizmi tepelemek suretiyle defedilip ortadan kaldırılmasına gerek yoktur. 3) Kentlerden başlayarak tüm dünyada çevrenin çok daha etkili bir biçimde koruması gerekir, ancak bu (kapitalist) pazarı “ekolojik hedeflerle” “bir araya getirmeyi” ve “birleştirmeyi” “ciddi biçimde” deneyen bir ekonomi politikası çerçevesinde yapılmalıdır (bu da nihayetinde, bir üretim modeli olarak kapitalizmin doğası gereği ve özellikle anti-ekolojik olduğunu savunan Murray Bookchin ve Cornelius Castoriadis gibi yazarların uyarı ve önerileri ya görmezden geliniyor ya da yanlış ve velveleci addediliyor demektir). 4) “Katılımcı demokrasi”ye erişmek gerekiyor ki bu genellikle şu anlama geliyor: temsili demokrasi “katılım” ile desteklenmeli ve “düzeltilmelidir” (yani temsili “demokrasi” ve devlet aygıtları, “serbest vekâlet” gibi sacayakları sorgulanmadan kalmalıdır).


s_t15_RTR3GTPIHâsılı kelam, bunlar günümüz STK ve “kalkınma” ajanslarının bilinen önermeleri olup felsefi ve teorik arka planlarını teşkil etmektedir. Onlara göre gelecek bugünden farklı olmalıdır; fakat gerçekten farklı bir gelecek tahayyülü kuramadıklarından (ve çoğu durumda kurmak istemediklerinden), günün sonunda az ya da çok bugünün devamı olan bir gelecek vaat eden “çözümler’le yetinirler. Ekonomik gelişmenin kapitalist ideolojisini eleştiri bağlamında, Castoriadis bir keresinde, bir nevi “asgari korkuyla kalkınma müşaviri” gibi “realizm” adına hareket etmeyi reddettiğini söylemişti (Castoriadis 1986). Tamam, çok sayıda (veya çoğu, hatta tüm) STK’lar ve “kalkınma” ajansları “asgari korkuyla kentsel kalkınma müşaviri” rolünü benimsemiş görünüyorlar. “Kent Hakkı” bu mu oluyor şimdi?

Böylesine vasat ve konformist bir ortamda, (özellikle şu “küresel Kuzey”de) çoğu halk hareketi aktivistinin bile “Kent Hakkı”nı sadece soylulaştırmaya karşı çıkmak olarak algılaması ve alternatif kent siyasetinin, (mikro) yerel grup ve örgütlerin bir ağ oluşturduğu ve bazen birlikte hareket edip ortak bir cephede mücadele ettiği durumlarda dahi, “mıntıka siyaseti”ne indirgenmesi tesadüf olmadığı gibi şaşırtıcı da değildir. “Mahallemizin şu an olduğu gibi kalmasını talep ediyoruz (tarihsel ve kültürel değeri bulunan güzelim binalarımızın sermaye dolaşımının yararına korkunç alışveriş merkezleri ve benzeri şeylerle değiştirilmesini istemiyoruz); düşük kiralar talep ediyoruz (spekülatörlerin hayrına kiraların yükselmesini istemiyoruz); sanatçıların ve üretken insanların şehrin merkezinden uzaklaştırılmamasını talep ediyoruz.” İyi. Ama tüm bunlar yeterli mi? Yeryüzünün kimi kesimlerinde bunlardan meşru bir başlangıç yaratılabilir, ancak dünyanın geri kalan büyük çoğunluğunda, çok daha temel ihtiyaçların acilen karşılanması gerekliliğiyle yüzleşmeliyiz öncelikle. Fakat “mıntıka siyasetf’ne indirgenmiş bir “Kent Hakkı” stratejik bir ufuktan yoksun olduğu gibi düşünce ve eylem için genel bir çerçeve sunmak bakımından da ziyadesiyle yetersizdir.Bir başka deyişle, mikro düzeydeki talep ve isteklerin daha geniş bir bağlama oturtulması gerekmektedir. Örneğin:

1)  Sadece ve evvela bir “siyasi irade” (eksikliği) meselesi olarak değil, mevcut kapitalizmin “mantıksal” bir sonucu olan soylulaştırma ve “konut sorunu”;

  • Genellikle “kriz yönetimi” ve sistematik istikrar sağlama aracı olan “katılım” (nadiren kalıcı olan hükümet-destekli katılım durumları hariç);
  • Yatırımcılar açısından bir “yerseçim faktörü” olan “kentsel çeşitlilik” (bu arada, “uysallaştırıldığı,” hatta “evcilleştirildiğinde” “bozguncu” yaratıcılık bile ticarileştirilebilir). Bu tür meseleleri göz önüne almazsak, o beylik metaforda olduğu gibi “ağacı” görür, ancak “ormanı” göremeyiz.


404373_448839971890466_1261569285_nAslında çoğu durumda, “Kent Hakkı” şu anlama geliyor gibidir: Kapitalist kent ve kapitalist toplum bağlamında ve (“iyileşürilip geliştirilmiş”) temsili “demokrasi” temelinde daha iyi, daha “insani” bir yaşam hakkı. Neoliberalizmin, soylulaştırmanın ve “siyasetin büyüsünü kaybetmesinin” az çok eleştirel analize tâbi tutuluyor olduğu gerçeği ille de neoliberalizmin, soylulaştırmanın ve “siyasetin büyüsünü kaybetmesinin” temel önermelerinin ısrarlı bir biçimde eleştirildiği veya reddedildiği anlamına gelmiyor. Bunun için bir adım daha atıp daha kesin bir tavır benimsemek gerekiyor. Hâlâ bu radikal yolda yürümeyi düşünen var mı?…

Az çok 7984’ün “Yenikonuş”una yakın, “şizofren” veya “dolambaçlı” bir dilden yana olmayanlar, Henri Lefebvre’in tuttuğu yolun radikal bir yol olduğunun bilincinde olmalıdırlar. Sıklıkla yanlış anlaşılan heterodoksluğu bir yana, Marksistliğinin Lefebvre’i daha da radikal olmaktan, kimi zaman daha kesin ya da sadece daha adil olmaktan alıkoyduğunu söyleyebiliriz belki. Bir iki örnek yeterli olacaktır:

1)  Leninist olmayan, heterodoks bir Marksist olarak autogestion (özyönetim) gibi çok önemli bir siyasi terimi geliştirmişse de1, bırakın bu siyasi terimin tarihsel anarşist köklerini, 1950’lerden beri Fransa’da başta Cornelius Castoradis, Socialisme ou Barbarie (ya Sosyalizm ya Barbarlık) grubu üyelerinin sürdürmekte olduğu işçilerin özyönetimine yönelik son derece kapsamlı ve radikal tartışmaya dahi hak ettiği saygıyı göstermeye yönelik herhangi bir niyetinin olmadığı ortadadır.”

2)  Dahası, her ne kadar bir autogestion generalisee (genel özyönetim) talep ediyor, aynı zamanda bürokratik “sosyalizmin” “1’experience de la planification autoritaire et centralisee” (“otoriter ve bürokratik planlama deneyiminin”) eleştirisini yapıyorsa da (Lefebvre 1998: 77), Yugoslavya örneğinden bahsederken, bu deneyime ilişkin kimi çekincelerine rağmen,111 autogestion terimini kullanmakta ısrar etmesi biraz hayal kırıcıdır. (Birazcık daha az merkeziyetçilik ve birazcık daha
fazla “katılım” bir yana bırakıldığında, Mareşal Josip Tito yönetimindeki Yugoslav gerçekliği Sovyet yanlısı ülkelerdeki bürokratik “sosyalizm”e benzemiyor muydu?)

Her şeye rağmen Lefebvre için “Kent Hakkı,” bikent (yok-kent) saydığı, gerçekten insani ve yaşanabilir bir şehrin tam karşısında olduğunu düşündüğü kapitalist kent sınırları içinde daha iyi konut, düşük kira gibi haklara indirgenemezdi. Aksine bu hak farklı, adil bir toplum bağlamında çok başka bir yaşamla ilgiliydi (bkz. Lefebvre, 1991; ayrıca Lefebvre 1976, 1981 ve özellikle 1983). “Katılımdan” ya da günümüz reformistlerinin kullandığı anlamda “katılımcı demokrasiden” değil, autogestion‘dan (özyönetim) söz etmesi tevekkeli değildir. Birtakım eksiklerine rağmen Lefebvre radikal düşünce için mühim bir ilham kaynağı oldu ve olmaya devam ediyor. Tüm bunların ötesinde o hiçbir zaman basit bir “asgari korkuyla (kentsel) kalkınma müşaviri” olmamıştır.

Elbette kimse Lefebvre’le aynı fikirde olmak zorunda değil. Her alanda konformizmin ve düş gücü noksanlığının yaygın olduğu böyle bir çağda (Castoriadis 1990a), dile getirmeseler bile pek çok insanın Lefebvre’in yaklaşımının kulağa “fazla ütopyacı” geldiğini hissedip düşünüyor olması anlaşılır bir şeydir. Fakat sorunlarımızın çözümü gibi sunulan reformist ve statükoya çanak tutan yaklaşımları meşrulaştırmak veya reformist söylemleri süslemek için onun kelimelerini, hatta adını kullanmaktan vazgeçip Lefebvre ‘in yakasını bırakacak kadar dürüst olabilirler en azından.

“Kent Hakkı” sloganı tüm dünyada moda oldu. Peki bu iyi bir şey mi? Kesinlikle değil, eğer bunun için ödediğimiz bedel Lefebvre’in kavramının içinin boşaltılıp yozlaştırılması olacaksa üstelik. Kaldı ki bunun neticesinde söz konusu ifade muhtemelen eleştirel-radikal amaçlarla kullanılamaz hale gelmektedir. Yakın geçmişte çok sayıda ifade ve kavram bu şekilde neredeyse “fethedilmiş” durumda. “Kent Hakkı”nın da aynı kaderi paylaşmaması için adım atmanın vakti geldi de geçiyor.

Bir Adım İleri, İki Adım Geri: David Harvey ve Önyargının Bitmeyen Enerjisi

  1. yüzyılın ikinci yarısının en etkili liberter düşünürlerinden biri olan, kent ve yurttaşlık üstüne önemli eserler vermiş bulunan Murray Bookchin (örneğin bkz. Bookchin 1974, 1992 ve 1995), Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’su üstüne kaleme aldığı bir metnin başlarında şöyle demektedir:

Reformist, postmodernist, spritüel ve psikolojik yorumlar Marksizm’in tepesine çullanmadan önce kaleme alınan, tam adıyla Komünist Parti Manifestosu‘na yeni bir gözle bakmak politik bakımdan yararlı olacaktır Kendi içinde ele alındığında, bu “metnin” akademik yapıbozumlara ve sonsuz tefsir sarmallarına malzeme olsun diye yazılmadığı görülür. Aksine

bu metin, kapitalist toplum ilişkilerinin varlığına ve bunların üzerinde yükseldiği sınıf temeline meydan okuyan bir partinin m ani fes tosudur. Manifesto yazıldığı dönemin sömürüye dayalı toplumsal düzenini doğrudan karşısına almış, işçi sınıfını buna karşı devrimci eyleme geçirmeye yeltenmişti. (Bookchin 2010)

Gençliğinde Marksist olan Bookchin, burada olduğu gibi başka metinlerde de ziyadesiyle hakkını teslim edecek kadar Marx’a yakın durmayı sürdürdü. Çelişkileri, sorunları ve belirsizlikleri bir yana, Marx’in dehasıyla pek çok (hatta çoğu) 20. yüzyıl Marksistinin vasatlığı arasında büyük bir fark olduğunu düşünüyordu. Bir başka metinde, Manifesto‘dan Marx ve Engels’in ünlü cümlelerinden birini, “On dokuzuncu yüzyılın devrimi, kendi öz içeriğine ulaşmak için ölüleri, kendi ölülerini gömmeye terk etmek zorundadır,”2 alıntıladıktan sonra şunu soruyordu:

Yirmi birinci yüzyıla yaklaştığımız şu günlerde mesele bundan çok mu farklıdır? Bir kez daha ölüler aramızda dolaşıyorlar – ironik ama, bu kez on dokuzuncu yüzyılın ölülerini gömmeye çalışan adamın, Marx’in adına ortaya atılıyorlar. Ve tabiatıyla bugün devrimimiz, 1917 Ekim Devrimi ve 1918-20’deki iç savaş ile onun “sınıf hattı,” Bolşevik Partisi, “proleterya diktatörlüğü,” püritan ahlakı ve hatta “iktidar Sovyetlere” sloganının parodisi   olmaktan   öteye   gidemiyor.   Yokluk,   baskı   ve   hiyerarşinin doğurduğu “toplumsal meseleyi” nihayet çözüme kavuşturabilecek olan günümüzün dört başı mamur devrimi, geçmişin kısmi, yarım ve tek taraflı devrim geleneğinin peşinden giderek, “toplumsal meselenin” yalnızca biçimini değiştiriyor, bir baskı ve hiyerarşi rejimini alıp yerine bir başkasını koyuyor. (…) Hiyerarşik toplumun politik kurumlarının esaslı bir zayıflama evresine girdiği bir zamanda, “siyasi parti” veya “işçi sınıfı” talep eden o boş sloganları duyuyoruz. (…) Merkeziyetçiliğin ve devletin tarihsel olumsuzluğun patlamaya en yakın olduğu noktaya sürüklendiği bir zamanda, “merkezi hareket” ve “proleterya diktatörlüğü” talep eden o boş sloganları duyuyoruz. (Bookchin 2004b: 109)

Yukarıdaki pasajın alındığı metin, “Dinle, Marksist!” ilk kez 1969’da yayımlandı. Kırk yıl sonra, çağımızın en etkili Marksistlerinden David Harvey “Anti-Kapitalist Geçiş için Örgütlenme” vazifesini sırtlanacak aktivistleri cesaretlendirmek üzere bir metin kaleme alacaktı (Harvey 2009). Son yıllardaki diğer çalışmalarının aksine, esasen analitik bir yapı arz eden, “Kent Hakkı” üzerine kapsamlı düşünceler içeren bu 2009 tarihli deneme temelde bir eylem rehberi olmaya soyunurdu. Peki yazar ne öneriyordu?

Harvey, yalnızca bir finans krizi olmanın ötesinde özelliklere haiz mevcut krizin ve kaynaklarının bir analiziyle başlar incelemesine. Bu analizin büyük bölümü tartışılmaz bir netlikte kaleme alınmıştır. Bunda şaşıracak bir şey yok elbette. Harvey, neredeyse kırk yıldır, dünyanın en parlak ve tutarlı eleştirel coğrafyacıları ve kent araştırmacıları arasında gösteriliyor. Hatta metnin sonlarında, kapitalist topluma alternatif üretim olasılıklarını değerlendirirken, zaman zaman canlılık veren, şaşırtıcı bir esneklik sergilemektedir. Aşağıdaki alıntı bunun iyi bir örneğidir:

Anti-kapitalist siyaset herhangi bir noktadan (emek sürecinden, soyut kavramlardan, insanın doğayla ilişkisinden, devrimci teknolojilerin ve örgütlenme biçimlerinin tasarımından, gündelik hayattan veya devlet erkinin yeniden şekillendirilmesini de içeren kurumsal ve idari yapıların iyileştirilmesine yönelik çabalardan yola çıkarak) harekete geçebilir. İşin sırrı, politik hareketi bir lahzadan diğerine geçirirken karşılıklı etkileşimi koruyabiymektedir.

Ve dahası:

Sol, farklı alanlarda faaliyet gösteren insanlar arasında geniş ittifaklar kurmanın yolunu aramalıdır. Anti-kapitalist hareket sosyal ilişkiler veya kendilerini ilgilendiren gündelik sorunlar üzerinden bir araya gelen gruplardan çok daha kapsayıcı olmalıdır. Örneğin teknik, bilimsel ve idari uzmanlığı bulunanlarla sokakta toplumsal hareketliliği sağlayanlar arasındaki geleneksel husumetin üzerine gitmek ve bunun üstesinden gelmek gerekir.

Ne yazık ki bu alıntılardaki değerlendirmeler Harvey’in tipik Marksist indirgemecilikten ve önyargılardan uzaklaştığı anlamına gelmiyor. Oysa yıllardır, hatta on yıllardır Avrupa ve Amerika kıtalarındaki Murray Bookchin (2004a, 2004b) ve başta Cornelius Castoriadis (1975, 1983a, 1985) gibi düşünürler, Latin Amerika’dan Afrika’ya sayısız aktivist ve onlarla dirsek teması bulunan aydınlar, bu indirgemecilik ve önyargı sorununa parmak basıyorlar. Pratik örgütlenme ve strateji alanına girdiğinde, ana akım Marksizm’in en belirleyici özelliklerinden olan eski önyargılar ve zamanı geçmiş merkeziyetçi inançlar Harvey’de zuhur ediveriyor. Enteresandır, sıra toplumsal hareketlere gelince STK’lara karşı olduğundan daha eleştireldir neredeyse. Bu ikincilere yönelik yargılarında, genellikle son derece eleştirel ve kesin olmakla birlikte, kimi zaman gereğinden çok tolerans gösterir ve sözlerini ölçüp biçiyor gibidir:

1970’lerin ortalarından önce nadiren görülebilecek bir siyasi role sahip olan çok sayıda sivil toplum kuruluşu var bugün. Hem devlet hem de özel teşebbüs desteğiyle kurulan bu yapılar, genellikle idealist düşünür ve örgütçüleri bünyelerinde barındırıyor, geniş bir istihdam programı uyguluyorlar. Çoğunlukla (çevre, yoksulluk, kadın hakları, kölelik ve insan kaçakçılığı karşıtı çalışmalar, vb.) tek bir meseleye kendilerini adıyor, ilerici fikir ve amaçlara sahip olsalar bile doğrudan anti-kapitalist siyasete mesafeli duruyorlar. Fakat bazı durumlarda aktif olarak neoliberalizmden yana tavır alıyor, devletin sosyal hizmet organlarının özelleştirilmesine veya toplumun marjinal kesimlerinin pazara dahil edilmesine yönelik kurumsal reformlara destek veriyorlar (düşük gelir gruplarını hedef alan mikro-kredi ve mikro finans uygulamaları bunun klasik bir örneğidir).

Bu STK’larda çok sayıda radikal ve samimi eylemci bulunmasına rağmen, çalışmaları en iyi ihtimalle vasat bir ıslah çabasının ötesine geçmiyor. Kadın hakları, sağlık ve çevre koruması gibi belirli alanlarda insanlığa büyük katkıları olduğu yadsınamasa da, bir bütün olarak ele alındığında ilerici denebilecek kazammları pek bölük pörçüktür. Zaten STK’larca devrimci bir değişimin gerçekleştirilmesi imkânsızdır. Bağışçılarının siyasi duruş ve yakınlıkları ellerini kollarını bağlamaktadır. Yerel oluşumların güç kazanmasını destekleyerek, anti-kapitalist alternatiflerin mümkün olduğu alanlar açılmasını sağlıyor, hatta bu alternatiflerle çeşitli deneyimlere girişilmesini destekliyor olsalar da, bu alternatiflerin baskın kapitalist pratik tarafından yeniden yutulmasını önlemek adına hiçbir şey yapmazlar, hatta bunu teşvik ederler.

Buradaki berraklıkla karşılaştırıldığında, handiyse onları karalayacak kadar günümüz toplumsal hareketlerinin ne kadar karmaşık yapılar oluşturdukları gerçeğine gözlerini kapıyor gibidir:

Muhalefetin bir diğer geniş kanadı anarşist, otonom ve halk hareketi örgütlerinden çıkmaktadır. Bazıları, Latin Amerika’da Katolik Kilisesi ve onun “temel   toplum”   inisiyatifleri   veya Birleşik Devletler’in iç kısımlarındaki kentlerde yaygın olan politik hareketliliğe yönelik geniş ölçekli kilise yardımları gibi alternatif kurumsal kaynaklara bağımlı olsalar da, genelde bu oluşumlar dışarıdan para yardımı kabul etmezler.


58251_1396889783860082_1267113502_nBu grup homjen bir yapı arz etmekten uzaktır. Yine de devlet erkiyle müzakereye yönelik tiksinti ve değişimin gerçekleştirileceği düzlem olarak “sivil toplum”a yapılan vurgu ortak paydalarıdır. İçinde oldukları gündelik durumlar karşısında insanların kendiliğinden örgütlenme kabiliyetleri her anti-kapitalist hareketin temeli olmalıdır. Tercih ettikleri örgütlenme modeli yatay iletişim ağlarıdır. Takasın yanı sıra kolektif ve yerel üretim sistemlerine dayanan “dayanışma ekonomileri” tercih ettikleri ekonomik biçimdir. Merkezi karar alma pratiğinin gerekli olabileceği fikrine soğuk bakarlar ve hiyerarşik toplumsal ilişkileri veya hiyerarşik siyasi güç yapılarını geleneksel siyasi partilerle birlikte reddederler. Bu tür örgütlerden her yerde bulunabilir, hatta bazı yerlerde hatırı sayılır bir politik etki alanına da sahiptirler. Bazıları radikal bir duruşu temsil eder ve devrimci hedefler  taşır, hatta kimi durumlarda (İtalya’da Kızıl Tugaylar, Almanya’da Baader Meinhof ve 1970’lerin Birleşik Devletleri’ndeki Weather Yeraltı örgütüne referansla) sabotaj ve benzeri bozguncu eylemlerin savunusunu yapmaya hazırdırlar.Basit bir soru sormak için burada biraz duralım: Geçmişin Alman Baader-Meinhof grubu (ya da daha doğrusu Rote Armee Fraktion RAF) gibi merkezi, Marksist-Leninist çıkışlı örgütlerle, Meksika’daki Zapatistalar gibi otonom-temelli, radikal-demokratik bir düzende örgütlenen günümüz sosyal hareketleri arasında nasıl bir benzerlik bulunuyor?! “Pasifist” olmamalarını ortak nokta gibi sunmak gerçekleri saptırmak olacaktır. RAF’in terörist bozgunculuk stratejisinin, en çok taş ve Molotof kokteyli gibi siyasi bakımdan daha üretici ve etik olarak daha meşru silahlar kullanan Zapatistalar, piqueteros3 , öteki-küreselleşme hareketlerinden (ve hatta 1980 ve 1990’lardaki Alman Autonomen) ve benzerlerinden kesinlikle farklı olduğu açıktır.

Aynı paragraftaki şu cümleler akıllara kazınacaktır:

Daha şiddet içeren kesimlerini bir kenara bırakacak olursak, tüm bu hareketlerin etki kabiliyetleri, eylemliliklerini artırarak küresel sorunlarla mücadele   edebilecek seviyede   bir   kurumsallığa   taşımak hususunda gösterdikleri isteksizlik ve beceriksizlikleri tarafından sınırlanmaktadır. Yerel mücadele tek anlamlı değişim düzeyidir ön kabulü [vurgu Souza’nın] ve hiyerarşi kokan her şeyin karşı-devrimci olduğu anlayışı, iş büyük ölçekli sorunlara geldiğinde ters tepmektedir.

“Yerel mücadele tek anlamlı değişim düzeyidir.” Kim bu önermeyi paylaşıyor? ” Sürdürülebilir kalkınma” ideoloj isinin ve çevre aktivizminin belirli bir türünün giderek popülerlik kazanmaya başladığı dönemin sloganıydı “küresel düşün, yerel hareket et.” Ama bunun Meksika’daki Zapatistalarla veya Arjantin’deki piqueteros’la pek bir ilgisi yok. Anlaşılan Harvey, Zapatistaların 1990’lar gibi erken bir tarihte internet vasıtasıyla dayanışma ağlarını bir “yayılma” sağlayacak kadar genişlettiklerini görmezden geliyor, kaldı ki Zapatistaların Chiapas’taki bölgesel köklerinin, ya da “köklülüklerinin” bir ifadesi olan o şahsına münhasır “küresel çevreleme” yöntemlerinden bahsetmiyorum bile.Benzer bir küresel ölçekli siyaset başka pek çok harekette de gözlenebilir:
Örneğin Güney Afrika’daki gecekondu hareketi Abahlali baseMjondolo çok  sayıda yerleşimi komüne dönüştürdüğü gibi aynı zamanda Haiti’deki Fanmi Lavalas ile dayanışma içinde örgütlenmişti. Harvey sadece yerel ve bölgesel “köklülüğü” dar “mıntıka siyaseti” ve cemaatçilikle karıştırıyor ve bunu  yaparken de günümüzün en önemli toplumsal hareketlerini açıkça karalıyor.IV

11083883_1615024058742248_7156051050146237409_n

 

Radikal hareketlerin çoğunun yerel düzeyde örgütlenmeye bariz bir öncelik verdikleri doğrudur. Ve evet bunu kısmen, somut “yaşanan mekân” ve muhalif alanlarda üretim, tüketim, siyaset ve kültür gibi tüm yaşamın katmanları arasındaki bağları açığa çıkarmak ve bunlara değer vermek gibi toplumsal (mekânsal) dönüşüme yönelik hattıhareketlerinin bir sonucu olarak yapıyorlar (Souza 2006a). Fakat bu öncelik aynı zamanda bir zorunluluk sorunudur da: (yarı)çevre ülkelerin yoksul aktivistleri Avrupa ve ABD’deki kampanyacılar ve “kökleşmiş dünya vatandaşları” gibi dünyayı dolaşma olanağına sahip değiller; çoğu durumda internete bağlanmakta bile zorlanıyorlar ve yabancı dil bilmiyorlar/ Ancak böyle bir önceliklerinin olması, cemaatçiliğin bir değer olarak benimsendiği anlamına da gelmez. Elbette yerel korporatizm (Souza 2006a), patronajın ve caciquismo’nun5 etkisinde -ya da orta sınıf aktivistler söz konusuysa bazı ayrıcalıkların korunmasının bir ifadesi olarak- onyıllardır çok sayıda kent-merkezli aktivizm deneyiminin ayrılmaz parçalarından biri olmuştur. Ancak bunun gerçekten özgürleştirici hareketlerle en ufak bir ilgisi bulunmuyor. Aralarında Zapatistaların, Güney Afrika’daki gecekondu hareketi Abahlali baseMjondolo, Arjantin’deki piquetero’larm en radikalleri ile Brezilya’daki sem-toto ve diğer hareketlerin bulunduğu gruplar, maruz kaldıkları maddi kısıtlamalar izin verdiği sürece diyalog, ağ oluşturma ve işbirliği gibi “ulusaşırı aktivizm” biçimlerine açıktırlar genelde.

Toplumsal hareketleri böyle üstü kapalı ve genelleştirici bir biçimde eleştirdikten sonra David Harvey, bunun mantıki sonucu olarak değerlendirilebilecek bir çıkarımda bulunur ve Leninist partiler ile genel olarak merkeziyetçilik adına çekingen bir savunmaya girişir:

Üçüncü geniş ölçekli eğilim ise sosyal demokrat gelenekten başlayarak siyasi parti örgütlerinin daha radikal Troçkist ve Komünist kanatlarına kadar geniş bir yelpazeyi içeren geleneksel emek örgütleri ve sol siyasi partilerde belirmeye başlayan dönüşümden beslenmektedir. Bu eğilim devlet erkinin ele geçirilmesine veya hiyerarşik örgütlenme biçimlerine karşı değildir. Aksine bu ikincisini, politik örgütlerin siyaseten geniş ölçekli entegrasyonu için gerekli addeder. Sosyal demokrasinin Avrupa’da baskın ve dahi Birleşik Devletler’de etkili olduğu yıllarda, üretim fazlasının dağıtımına yönelik devlet kontrolü, eşitsizliğin azaltılmasını sağlayan kıymetli bir araç olmuştu. İhtiyaç fazlası üretim üzerinde toplumsal kontrolün sağlanamaması ve bu yüzden kapitalist sınıfın gücüne gerçekten karşı konulamamış olması bu siyasi sistemin Asil topuğunu teşkil ediyordu. Bugün böyle bir siyasi modele, onun sosyal refah ve Keynesçi ekonomi anlayışına geri dönmek kesinlikle yetersiz olacaktır, ancak bu sistemin sağladığı kazanımları da unutmamalıyız. Latin Amerika’daki Bolivarcı hareket ve ilerici sosyal demokrat hükümetlerin devlet erkini elde etmeleri sol devletçiliğin yeni bir biçiminin dirilmekte olduğunun en umut verici emareleri arasındadır

Bu noktada Harvey’in fikirleri giderek netleşir. Sol siyasi partilerin “devlet gücüne veya hiyerarşik örgütlenme biçimlerine karşı olmadıklarını” (ne olacaktı ya, bu onların varlık nedeni) vurguladıktan sonra, bu partilerin takdire şayan bir “dönüşüm” geçirdiklerini farz ediyor (bunu nasıl yorumladığı birazdan açıklık kazanacak). Göründüğü kadarıyla sosyal demokrasi ve “eurokomünizm” pek olumlu deneyimlerdir onun gözünde (“Sosyal demokrasinin Avrupa’da baskın ve dahi Birleşik Devletler’de etkili olduğu yıllarda, üretim fazlasının dağıtımına yönelik devlet kontrolü, eşitsizliğin azaltılmasını sağlayan kıymetli bir araç olmuştu”). Gel gör ki aynı zamanda eksik kalmış ve kısmen başarılı olmuştur (“İhtiyaç fazlası üretim üzerinde toplumsal kontrolün sağlanamaması ve bu yüzden kapitalist sınıfın gücüne gerçekten karşı konulamamış olması bu siyasi sistemin Asil topuğunu teşkil ediyordu”). Yine de “sol devletçiliğin” yeni biçimleri, “Bolivarcı” Venezüella’daki nereden bakılırsa bakılsın son derece ikircikli ve çelişkilerle dolu deneyim örneğin, başka yerlerde inşa ediliyor ve anlaşılan bunlar Harvey’e büyük umut veriyor.

Bize daha çok örnek vermeye başladığında, yürüttüğü mantık doruk noktasına erişir ve somut durumları nasıl değerlendirdiği ders alınacak bir açıklığa kavuşur:

İngiltere’de Tony Blair’in Yeni İşçi Partisi’nin ve Avrupa’da trajik bir biçimde onu izleyen sayısız sosyal demokrat partinin coşkuyla karşıladığı “üçüncü yol”a rağmen bugün hem emek örgütlerinde hem de sol siyasette kimi toparlanma emareleri gözlenmektedir ki buna dünyanın değişik bölgelerinde daha radikal siyasi partilerin ortaya çıkmaya başlamasını da ekleyebiliriz. Fakat aynı zamanda politik güce erişen sol partilerin kapitalizmin gelişimi üzerinde kalıcı bir etki bırakabilme ve krize gebe sermaye birikiminin sorunlu dinamikleriyle başa çıkabilme yetenekleri, işçi önderlerine aşırı bağımlılık gibi meselelerle birlikte sorgulanmaktadır bugün. (…) Yine de sol siyasi partiler ve işçi sendikaları hâlâ büyük önem taşımaktadır ve -B rezil ya’daki İşçi Partisi ve Venezüella’daki Bolivarcı hareket örneğinde olduğu gibi- devlet erkinin kimi unsurlarını ele geçirmiş olmaları sol düşünce üstünde Latin Amerika’nın sınırlarını aşan bir etkiye sahiptir. Çin Komünist Partisi’nin oynadığı rolün ve siyasi güç üzerindeki tartışmasız kontrolünün nasıl yorumlanacağı karmaşık bir mesele olduğu gibi, gelecekte siyaseten ne tür bir yol tutturacağı da kolay kes ti ri l em em ektedi r.

Görünüşü özle karıştıran Harvey, Lula’nın önderliğinde, eski bir sol partinin başını çektiği ve merkez sağdan merkez sola çeşitli partilerin oluşturduğu bir koalisyona dayanan popülist Brezilya hükümetini sol sanıyor.VI Ama esas çarpıcı olan, Çin Komünist Partisi’nin oynadığı rolün nasıl yorumlanacağı meselesini “karmaşık” bulmasıdır…

Daha sonra şunun altını çizmesi şaşırtıcı değildir: “(…) önceden açıklanan ortak devrim teorisi uyarınca devlet erkini zapt etmeden anti-kapitalist bir toplumsal düzen kurmak mümkün değildir [vurgu Souza’ya ait].” Bunları okumak oldukça eğlenceli, çünkü iki sayfa önce şunu yazmıştı: “sonsuza kadar sürecek bir sosyalizm ve komünizm kurma hevesinin geçmişte neden olduğu hatalara tekrar düşmemek gerektiği gibi, bu son derece karmaşık tarihten ders çıkarmasını da bilmek gerekir.” Anlaşılan kendisi yeterince ders çıkarmamış.

Harvey, “neyin, neden yapılacağına yönelik kuvvetli bir vizyon olmadan küresel bir anti-kapitalist hareketin doğması pek muhtemel değildir,” derken bu cümleyi biraz da tadımlık olarak kurar; ne demek istediği biraz sonra açıklık kazanacaktır: Ortodoks Marksistlerin yaptığı gibi “imtiyazlı devrimci özne”nin ve bu “özne”nin neyi, nasıl yapması gerektiğini açıklayacak birleştirici bir teorinin (“vizyonun”) hayalini kurmaktadır. İşçi sınıfının ya da dar anlamıyla Proletarya’mn ve onun sendikaları ile sosyal demokrat ve benzeri siyasi partilerinin artık tarihin “imtiyazlı devrimci öznesi” olmadığının farkındadır. Bir Marksist olarak kafası hafiften karışmış olabilir, kaldı ki bugünlerde Marksistlerin kafasını karıştıracak, çiftçilerin fabrika işçilerinden çok daha etkili bir rol oynamaya başlamaları veya lümpen proletaryanın geniş kesimlerinin eleştirel-dönüştürücü etkisi gibi sayısız fenomen bulunuyor/11 Fakat tutarlı ve az çok Ortodoks bir Marksist olarak birleştirici “vizyonlar,” “dönüşüm geçiren” sol partiler, merkeziyetçi ve devletçi çözümler, “devlet erkini ele geçirmek,” ve benzeri düşlerden kendini alamıyor. Batı cephesinde yeni bir şey yok… “Kent Hakkı” üzerine yazdığı önceki makalesindeki sözlerini işte bu ideolojik arka plan karşısında değerlendirmek gerekir. Neden yakınıyordu orada? Toplumsal hareketler henüz “ihtiyaç fazlasının üretim koşullarını bir kenara bırakın, kullanımı üzerinde bile daha büyük bir kontrol elde etmeye dair tek bir hedef üzerinde birleşemediler” (Harvey 2008: 39).

“Lenin’in, [ne yapmalı?} sorusu bir yanıt bekliyor,” (Harvey 2009) diyen Harvey’e hak vermeliyiz. Ama ikna edici bir yanıt bulmak konusunda onun (ya da Lenin’in) bize nasıl yardım edeceğini kestirmek kolay değil. Ve bu konuda sadece liberterler değil, muhtemelen Henri Lefebvre’in kendisi de bize hak verecektir.

 

“Başka Bir Dünya [Ve Başka Bir Kent] Mümkün (Mü?)”

Bu Sloganın Gerçekten Anlam Kazanacağı Koşullara İlişkin Bazı Değerlendirmeler

Alternatif çözümler neler olabilir?… Bunlar üzerine teorik çıkarsamalarda bulunabiliriz, ama rasyonalistlerin her zaman yaptığı (yapmaya çalıştığı) gibi bunlardan “gelecekte kullanılmak üzere hazır şablon’lar çıkaramayız. Ne mutlu ki alternatif çözümler, en azından kısmi olanları, uzun bir süredir değişik toplumsal hareketler tarafından uygulanıyor, her ne kadar kimi entelektüeller bunları göremiyor ise de.


adanin-tepesi72Harvey “devleti ve devletin iç işleyişine ilişkin dinamikleri görmezden gelmek, anti-kapitalist devrimci hareketler için kabul edilemez derecede saçma bir fikirdir,” dediğinde sormak gerekiyor, devleti “görmezden gelen” kim? Hükümetin (şu sözüm ona planlı6) refah yardımlarını kendileri dağıtma hakkını kazanan piqueteros mu? Bir yandan Meksika devletiyle savaşırken, bir yandan da onunla müzakereye hazırlanan Zapatistalar mı? Brazilya’da devletin üstünde baskı oluşturup kamu politikalarını etkilemeye çalışan sem-terra ve sem-teto mu? Olmadığı kesin. Güney Afrika’da Abahlali baseMjondolo, ağızlarında “Toprak Yok! Ev Yok! Oy Yok!” sloganı, hükümeti protesto amacıyla güçlü bir şekilde seçimleri boykot ettiler ve kendilerine ait ikili güce dayalı birtakım kurumlar oluşturdular. Ne var ki bu seçim boykotu tamamen taktik bir manevra olduğu gibi, taleplerini dile getirecek bir fırsat bulduğunda Abahlali’yi devlet aygıtlarıyla görüşmeyi denemekten de alıkoymamıştı. Ne yazık ki, hükümet yetkilileriyle yürütülen görüşmelerdeki gelişmelere iktidar partisi vahşi bir baskı uygulayarak tepki verecekti.

Aslında İspanyol anarşistler bile devlete karşı radikal muhalefetin (bu arada bunun kapitalist devlete yöneltilen Marksist eleştiriden çok daha radikal olduğunu belirtelim) devlet aygıtlarını “görmezden gelmek’le aynı şey olmadığını çoktandır biliyorlar. 1936’dan 1938’e kadar, cumhuriyetçi İspanya’nın kurumlarıyla (Aragon’da Consejo, Catalonia’da Generalitat, vb.) gerilimli bir biçimde de olsa birlikte barınabilen, liberter yapılar ve ağlardan müteşekkil (yerel düzeydeki colectividades ve pueblos’tan federaciones comarcales, federaciones provinciates ve federaciones regionales’e) paralel bir sistem kurmuşlardı. Ve bu anarko-sendikalistlerin çoğu için Asil’in topuğu, Murray Bookchin’in öne sürdüğü gibi (Bookchin 1994a, 1994b), tam da devlete gereğinden fazla taviz vermeleriydi.

Liberterler,VHI “devlet erkinin zapt edilmesi,” “sosyalist devlet” ve “demokratik merkeziyetçilik” (Leninist parti yapıları) gibi hedeflere, her zaman olduğu gibi, kesin bir hayır dediklerinde, yalnızca bir geleneği tekrar üretmiyor, aynı zamanda Harvey’in yapmadığını yapıp geçmişten ders çıkarıyorlar. Liberterler için özgür birliktelik, yataylık ve imece, komünler, ağlar ve konfederasyonlar yalnızca sınıflı toplumun ve sınıf sömürüsünün değil, ırkçılık ve erkek egemenliği de dâhil tüm baskı biçimlerinin üstesinden gelmek için kullanılan araç ve stratejilerdir. Cornelius Castoriadis ve Murray Bookchin gibi birbirinden tamamen farklı liberterlerin, epistemolojik ve teorik bakımdan indirgemeci toplum ve tarih (ve mekâna diye ekleyeyim ben de) yaklaşımından ötürü “tarihsel materyalizm”e karşı eleştirel bir tutum takınmakta yeterince sebepleri vardır. Kapitalizm eleştirisinin bir parçası olarak politik ekonomiyi “görmezden geldikleri” için yapmazlar bunu, ekonomizmi ve teleolojiyi reddetmektedirler sadece.

Buna rağmen Marx’a ve Marksizm’e topyekun öcü muamelesi yapmak doğru değildir. Hakikatte, Kropotkin, Castoriadis veya Bookchin gibi 19 ve 20. yüzyıllın tanınmış liberter düşünürlerinin (ki bunlara Micheal Foucault, Felix Guattari ve Ivan Illich gibi liberter geleneğe yakın duran diğer Avrupalı veya Avrupa dışındaki düşünürleri de ekleyebiliriz) veya Subcomandante insurgente Marcos’tan Raül Zibechi’ye doğrudan eylemlilik içinde bulunan veya toplumsal hareketlerle yakın işbirliği içinde hareket eden günümüz Latin Amerika ve Afrika entelektüellerinin yanı sıra Anton Pannekoek, Edward P. Thompson, Herbert Marcuse ve Henri Lefebvre’i içeren Leninist olmayan, heterodoks Marksistlerin önemli ilham kaynakları olduğunu teslim etmek gerekir.

CNCI1v0U8AEnet0.jpg-largeDavid Harvey’i okuyunca insan Zapatistalar, piqueteros ve Abahlali baseMjondolo gibi hareketlerin kendilerini dar görüşlü bir yerelcilik hedefine adadıkları izlenimini edinir. Oysa bu hareketler gerçekte, az çok Raymond Williams’in kullandığı anlamda “militan tikelciliğin” eleştirel ve özgün bir biçimini temsil ederler:

Elbette neredeyse tüm emek mücadeleleri tikelci bir noktadan hareket ederler. İnsanlar kendilerini ilgilendiren kimi durum ve sorunları tespit edip bunları değiştirmek veya çözmek için birlikte çaba gösterirler. Zaten işçi sınıfı için bu hiç de özel bir şey değildir. Borsa simsarlarının, toprak ağalarının veya devlet okulu müdürlerinin saldırganlıklarına bakmak yeterlidir. İşçi sınıfının kendiliğinden örgütlenişini eşsiz ve olağanüstü  yapan tikel mücadeleleri nevi şahsına münhasır bir yolla genel mücadeleye bağlama gayreti olmuştur. Düzgünce bir araya getirilen belli başlı tikel

menfaatleri savunup geliştirmenin aslında herkesin menfaatine olacağı gibi ilk bakışta imkânsız görünen bir iddiayı gerçekleştirmek üzere yola çıkmıştır. (Williams 1989:249)

Bununla birlikte, “küresel çerçeveleme,” “yayılma,” “ölçek değiştirme,” “koalisyon kurma,” vs. gibi “küresel ölçekli siyasetler” aracılığıyla “mutaassıplık” minvalinde bir “tikelciliği” işçi hareketine dönüştürme olasılığını kısıtlamanın da gereği yok; başka toplumsal hareketler yerelötesi münasebetler, hatta ağlar geliştirmeyi çoktan başarmış durumdalar.

Liberterler daima dikeyliği reddetmiş, yataylık talep etmişlerdir. Çoğu Marksiste bu sekter, hatta naif geliyor olabilir. Ancak liberterler için Stalinizmi ve dahi Leninizmi eleştirmek yeterli değildir. Ekseriyetle bizzat toplumsal hareketlerin örgütlenmelerinde, siyasi parti özentileri tarafından ne yazı ki yeniden üretilen her türlü katı hiyerarşi ve dikeylik biçiminin de eleştirilmesi gerekiyor. Liberterlerin gözünde bu, Harvey gibi parlak bir akademisyeni bile Brezilya’nın İP hükümetini pek ilerici sanmaya, hatta daha acınası bir biçimde Çin’in Komünist Partisi’nin oynadığı rolü bir çeşit muamma olarak değerlendirmeye götüren önyargıların en iyi ilacıdır.

Bugünlerde, pek çok liberter (tabii ki hepsi değil) geniş anlamda “kurumsal mücadele’ ‘nin tabu addedilmemesi gerektiğinde hemfikirdir. (Geniş anlamda “kurumsal mücadele” eylemcilerin ve hareketlerin siyasi partilere katılmasından ziyade, kamu politikaları, tasarıları ve yasama faaliyetleri üzerinde söz sahibi olmaya çalışmaları anlamına gelir.) Bu yöntem, kimi koşullarda, örneğin izolasyondan sakınmak gerektiğinde, yararlı olmanın ötesinde bir gerekliliktir de.IX Tabii şunu da iyi anlamak ve kabul etmek gerekir ki reformlar ve konjonktürel olarak “ilerici” davranan hükümetler olsa da, devlet aygıtları aslında özleri gereği bağımlı (heteronom) yapılardır.

Bu nedenle kurumsal mücadele, en iyi ihtimalle doğrudan eyleme yardımcı bir rol üstlenebilir, onun yerini alamayacağı gibi ona gölge de etmemelidir. Devletten “partner” olmaz (STK’lar için olduğunun aksine); bazı durumlarda (diyalektik olarak) aşağıdan gelen baskılara az çok samimi bir açıklık gösterseler de, kimi hükümetler gibi, devlet aygıtları aslında düşman cenahtandır. Toplumsal hareketler, devletin elinde oyuncak olmak yerine bu açıklığı ne derece kullanabiliyorlar? Buna karar verirmek için her örneği kendi içinde ele almak gerekir. Toplumsal hareketler devletle münasebetlerinde çıkarcı olmayı ve hayale kapılmamayı öğrenmelidirler.

Dolayısıyla, doğrudan eylemin karşısında kurumsal mücadelenin rolü söz konusu olduğunda, hem dogmatizmden hem de naiflikten sakınmalıyız. Tartışmanın bu noktasında biri Nietzsche’den diğeri Spinoza’dan “siyasi-felsefi metaforik kitabe” niyetine iki alıntı kullanmak istiyorum:

  • “Kim ki insanlar arasında kokuşup gitmeyecektir, tüm kadehlerden içmesini öğrenmelidir; kim ki insanlar arasında temiz kalacaktır, pis suyla bile kendini nasıl yıkayacağını bilmelidir.”
  • “Bizi daha büyük bir iyiden mahrum bırakan iyi, gerçekte kötüdür.” (Spinoza, Etika)

Nietzsche’nin sözlerini şu uyarıya metafor olarak kullanabiliriz: Dogmatik olmayacaksın!, Spinoza’nın kelamı ise “katılım”a ve kurumsal mücadelenin diğer örneklerine uygulanabilecek bir uyarı gibi geliyor kulağa: Neyin önemli olduğunu unutacak, görüş açını yitirecek ve evcilleşecek kadar pragmatik olmayacaksın. Hem teksesliliğin, hem sekterliğin, hem de izolasyonun önünü olmak isteyen toplumsal hareketler bu iki engin görüşü en iyi biçimde harmanlamanın yollarını geliştirmek zorundadırlar.

Toplumsal hareketler birbirleriyle iletişim içinde olmalı, örgütlenip harekete geçmek için yaratıcı yollar geliştirmelidirler. Felix Guattari daha 1970 ve 1980’lerde “molar yapılar”a karşı “moleküler devrim”den ve “transversal örgütlenmeden” bahsetmişti (Guattari 1987a ve 1987b)7. Liberter bir noktadan bakınca, Guattari’nin eriştiği kavrayışın örgütlenme biçimlerine ilişkin tartışmalara taze bir soluk getirdiğini veya hiç değilse bir nebze ilham kaynağı olarak onlara başvurulabileceğini kabul etmek için ille de teorisindeki tüm unsurları ya da yöntemini olduğu gibi alıp uygulamaya gerek yok.

“Kent Hakkı” gibi radikal slogan ve kavramların sömürgeleştirilmesinin önüne geçmek, eski, yeni türlü zorluklarla başa çıkmak için toplumsal hareketlerin kendilerini, strateji ve taktiklerini dur durak bilmeksizin baştan yaratmaları gerektiği muhakkak. Neyse ki bu saf teorik fikir yürütme meselesi olmanın ötesinde bir şeydir. Farklı ülkelerde, az çok değişik (ya da az çok benzer) koşullar altında çok sayıda önemli hareket tam da bunu gerçekleştirdi ve gerçekleştirmeye devam ediyor: İngiltere’deki Reclaim the Streets’ten Meksikalı Zapatistalara, Avrupa’ki toplum merkezleri hareketinden Arjantin’in geniş bir kısmına yayılan piqueteros’‘a, fabricas recuperadas (kurtarılmış fabrikalar) hareketinden tüm dünyaya yayılan alternatif-küreselleşme hareketine, Brezilya’daki sem-teto’dan Güney Afrika’daki Abahlali baseMjondolo’‘ya…

Bu hareketler bazen taktik nedenlerle, daima azami temkinle ve kısıtlı bir biçimde de olsa “devletle işbirliği” yapmak zorunda kalsalar da, her şeyden önce “devlete rağmen” ve doğaları gereği “devlete karşı” hareket ederler (Souza 2006a ve 2006b). Elbette hâlâ yanıtlanması gereken çok sayıda soru, çözüm bekleyen bir sürü sorun var. Hatta çoğu hareket kendi içinde sayısız çelişki barındırıyor (kaldı ki, bu eylemcilerin heteronom bir toplumda faaliyet gösterdiklerini ve maddi, siyasi ve ideolojik her türlü baskı ve etkiye maruz kaldıklarını unutmamamız gerekiyor). Ancak, Marksist-Leninist partiler değil, yalnızca bu saydıklarımız ve diğer özgürleştirici hareketler bu sorunların üstesinden gelebilecek, gerçekten yeni ve liberter bir çözümün anahtarını sunabilir. Öyle bir anahtar ki bizi Kent Hakkı’m, adil ve özgür bir toplum’un kapısını açabilir.

0e7d4bf300ed52ef85c9cd087ca6bbd5

(*) Education Science Society Journal / Volume:9 Issue:36 Autumn: 2011 

HANGİ KENTTE HANGİ HAK?: POLİTİK-STRATEJİK NETLİĞİN MÜDAFAASI –  Eğitim Bilim Toplum Dergisi / Cilt: 9 Sayı:36 Güz: 2011 Sayfa: 183-207

(**) Aytaç Demirci, Çevirmen, Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat YL Mezunu

Erbatur Çavuşoğlu, MSGSÜ, Yrd. Doç. Dr.

 

Teşekkür

Richard Pithouse’a (Rhodes University, Güney Afrika) yorum ve üslup önerileri için teşekkürü bir borç bilirim.

 

 

DİPNOTLAR

De Souza, M.L. (2010), “Which right to which city? In defence of political-strategic clarity,” Interface Volume 2 (1): 315 – 333.

2. Aslında bu alıntı Manifesto’‘dan değil, Marx’in Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’inden yapılmıştır. Bookchin, “Listen Marxist!” adlı makalesinde 78 Brumaire’x tartıştığı bölümde bu cümlenin geçtiği paragrafı alıntılıyor, [çn]

3. Barikatçılar. [çn]

4. “Yayılma” (diffusion) ve “küresel çevreleme” (global framing) kavramları Sidney Tarrow’dan (2005) ödünç alınmıştır.

5. Önder, reis sistemi, [çn]

6. Haftada yaklaşık 50 dolar karşılığında, kamu işletmelerinde haftada 20 saatlik çalışma kontratlarını içeren bu refah yardımlarına planes Trabajar (Çalışma planları) deniyor [çn],

7. “Molar” kavramı ile siyasi partiler gibi merkeziyetçi ve hiyerarşik bir bütünlük içindeki örgütler ifade edilirken, “moleküler” esnek “mikropolitikalar” alanına işaret etmektedir. “Transversal örgütlenme” ise pek eski bir liberter anlayışın izinden giderek kolektif faaliyetlerin “nasıl”ı ile “niçin”ini birbirinden ayırmayan, birörneklik peşinde koşmadan iletişim kurabilen bir örgütlenme biçimidir.

 

 

KAYNAKÇA

Bookchin, M. 1974 (1973). The Limits of the City. New York, etc.: Harper Colophon Books.

Bookchin, M. 1992. Urbanization without Cities: The Rise and the Decline of Citizenship. Montreal and Cheektowaga: Black Rose Books.

Bookchin, M. 1994a (1974). “An Overview of the Spanish Libertarian Movement.” İçinde: To remember Spain. The Anarchist and Syndicalist Revolution of 1936. Edinburgh: AK Press.

 

Bookchin, M. 1994b (1986). “After Fifty Years: The Spanish Civil War.” İçinde: To remember Spain. The Anarchist and Syndicalist Revolution of 1936. Edinburgh: AK Press.

Bookchin, M. 1995. From Urbanization to Cities: Toward a new politics of Citizenship. London: Cassel. [Urbanization without Cities’m gözden geçirilmiş baskısı.]

Bookchin, M. 2002a (1986). “Municipalization: Community Ownership of the Economy.” Online: http://dwardmac.pitzer.edu/Anarchist_Archives/ bookchin/ gp/perspectives2.html, 12 January 2002 (Yayımlanmış makalenin tıpkıbasımı, Green perspectives, Number 2, February 1986).

Bookchin, M. 2002b (1987). “Libertarian Municipalism: The New Municipal Agenda.” Online: http://dwardmac.pitzer.edu/Anarchist_Archives/ bookchin/libmuni.html, accessed on 12 January 2002 [Kitaptan parçalar,

From Urbanization to Cities, London, 1987.]

Bookchin, M. 2002c (1989). “The Meaning of Confederalism.” Online: http:// dwardmac.pitzer.edu/Anarchist_Archives/bookchin/gp/perspectives20. html, 12 January 2002 [Yayımlanmış makalenin tıpkıbasımı Green Perspectives, Number 20, November 1989, bir sonraki basımı Urbanization without Cities. Montreal and Cheektowaga, 1992, Black Rose Books.]

Bookchin, M. 2002d (1991). “Libertarian Municipalism: An Overview.” Online: http://dwardmac.pitzer.edu/Anarchist_Archives/bookchin/gp/ perspectives24.html, 12 January 2002 [Yayımlanmış makalenin tıpkıbasımı

Green Perspectives, Number 24, October 1991.]

Bookchin, M. 2004a (1968). “The Forms of Freedom.” İçinde: Post-Scarcity Anarchism. Edinburgh and Oakland: AK Press, 3rd edition.

Bookchin, M. 2004b (1969). “Listen, Marxist!” İçinde: Post-Scarcity Anarchism. Edinburgh and Oakland: AK Press, 3rd Edition.

Bookchin, M. 2007 (2002). “The Communahst Project.” İçinde: Social Ecology and Communalism. Oakland and Edinburgh: AK Press.

Bookchin, M. 2010 (1998). “The Communist Manifesto: Insights and Problems.”     Online:     http: //dwardmac.pitzer.edu/Anarchis t_Archives/

bookchin/comman.html, 16 January 2010 [Yayımlanmış makale. New Politics, vol. 6, seri no. 4, no. 24, Kış 1998.]

Castoriadis, C. 1975. L’institution imaginaire de la societe. Paris: Seuil.

Castoriadis, C. 1983a (1979). “Introduçâo: socialismo e sociedade autönoma.” İçinde: Socialismo ou barbârie. O conteüdo do socialismo. Sâo Paulo: Brasiliense.

Castoriadis, C. 1983b (1955). “Sobre o conteüdo do socialismo, I.” İçinde: Socialismo ou barbârie. O conteüdo do socialismo. Sâo Paulo: Brasiliense.

Castoriadis, C. 1983c (1957). “Sobre o conteüdo do socialismo, II.” İçinde: Socialismo ou barbârie. O conteüdo do socialismo. Sâo Paulo: Brasiliense.

Castoriadis, C. 1983d (1976). “A fonte hüngara.” İçinde: Socialismo ou barbârie. O conteüdo do socialismo. Sâo Paulo: Brasiliense.

Castoriadis, C. 1985 (1973). “A questao da historia do movimento operdrio.” İçinde: A experiencia do movimento operârio. Sâo Paulo: Brasiliense.

Castoriadis, C. 1986 (1977). “Reflexions sur le “developpement” et la “rationalite”.” İçinde: Domaines de I’homme: Les carrefours du labyrinthe II. Paris: Editions du Seuil.

Castoriadis, C. 1990a. “Lepoque du conformisme generalise.” İçinde: Le monde morcele – Les carrefours du labyrinthe III. Paris: Seuil.

Castoriadis, C. 1990b. “Pouvoir, politique, autonomie.” İçinde: Le monde morcele – Les carrefours du labyrinthe III. Paris: Seuil.

Castoriadis, C. 1996. “La democratic comme procedure et comme regime.” İçinde: La montee de I’insignifiance – Les carrefours du labyrinthe IV. Paris: Seuil.

Castoriadis, C. 1999. “Quelle democratic?” İçinde: Figures du pensable – Les carrefours du labyrinthe VI. Paris: Seuil.

Colectivo S. 2002. Apuntes para el nuevo protagonismo social. Buenos Aires: Colectivo Situaciones and Ediciones de Mano a Mano.

Guattari, F. 1987a (1980). “O capitahsmo mundial integrado e a revoluçâo molecular.” İçinde: Revoluçâo molecular: Pulsaçöes politicas do desejo. Sâo Paulo: Brasiliense, 3. Baskı.

Guattari, F. 1987b (1981). “O inconsciente maqufnico e a revoluçâo molecular.” İçinde: Revoluçâo molecular: Pulsaçöes polıticas do desejo. Sâo Paulo: Brasiliense, 3. Baskı.

Harvey, D. 2008. “The Right to the City.” New Left Review, no. 53, Eyliil-Ekim, s. 23-40.

Harvey, D. 2009. “Organizing for the Anti-Capitalist Transition.” Online: http://www.zmag.org/znet/viewArticle/23393, 16/01/2010.

Lefebvre, H. 1976 (1972). Espacio y politico,: El derecho a la ciudad, II. Barcelona: Peninsula.

Lefebvre, H. 1981 (1974). La production de Vespace. Paris: Anthropos.

Lefebvre, H. 1983 (1970). La revoluciön urbana. Madri: Alianza Editorial, 4. Baskı.

Lefebvre, H. 1991 (1968). O direito a cidade. Sâo Paulo: Moraes.

Lefebvre, H. 1998 (1968). L’irruption: deNanterre au sommet. Paris: Syllepse.

Lefebvre, H. 2009 (1966). “Theoretical problems of autogestion,” içinde: H. Lefebvre, State, Space, World. (Ed. N. Brenner and S. Elden). Minneapolis: University of Minnesota Press, s. 138-152.

Pithouse, R. 2008. “A politics of the poor: Shack dwellers’ struggles in Durban.” Journal of Asian and African Studies 43(1), pp. 63-94.

Rebön, J. and Saavedra, I. 2006. Empresas recuperadas: La autogestion de los trabajadores. Buenos Aires: Capital Intelectual.

Souza, Marcelo L. de 2006a. A prisâo e a agora. Reflexoes sobre a democratizaçâo do planejamento e da gestâo das cidades. Rio de Janeiro: Bertrand Brasil.

Souza, Marcelo L. de 2006b. “Together with the state, despite the state, against the state: Social movements as “critical urban planning” agents.” City, 10(3), s. 327-42.

Souza, Marcelo L. de 2009. “Cities for people, not for profit – from a radical libertarian and Latin-American perspective.” City, 13(4), s. 483-492.

 

Svampa, M. and Pereyra, S. 2004 (2003). Entre la ruta y el barrio: La experiencia de las organizaciones piqueteras. Buenos Aires: Biblos, 2. Baskı.

Tarrow, S. 2005. The New Transnational Activism. New York: Cambridge University Press.

Williams, R. 1989. Resources of Hope. Culture, Democracy, Socialism. London and New York: Verso.

Zibechi, R. 2003. Genealogia de la revuelta. Argentina: la sociedad en movimiento. Buenos Aires and Montevideu: Letra libre and Nordan-Comunidad.

Zibechi, R. 2007. Autonomias y emancipaciones. America Latina en movimiento. Lima: Universidad Nacional Mayor de San Marcos.

 

ÇEVİRMENİN NOTLARI

I. Örneğin autogestion’a ilişkin teorik meseleleri ele aldığı 1966 tarihli makalesi (Lefebvre 2009); ve Mayıs 1968 olayları üstüne yazdığı ve otuz yıl sonra tekrar basılan kitabı Uirruption: de Nanterre au sommet (Lefebvre 1998).

II. Bakunin, Kropotkin ve diğerlerini göz ardı eden Lefebvre, liberterlerin bu tartışmaya katkılarını Proudhon’un düşüncelerinden ibaret saymış, Proudhon’un fikirlerindeki belirsizlikleri ve kararsızlıkları da her fırsatta vurgulamıştır (bkz. Lefebvre 2009: 142-3). Bir karşılaştırmada bulunmak gerekirse, Lefebvre’in autogestion’a ilişkin fikirlerinin derinliği Socialisme ou Barbarie grubunun 1950 ve 1960’larda geliştirdiği analizlerin bir hayli gerisindedir (bkz. Castoriadis 1983b ve 1983c). Burada Castoriadis’in 1970, 1980 ve 1990’lardaki ufuk açıcı “projet d’autonomie” (otonomi projesi) tartışmalarını da anmalıyız (bkz. Castoriadis 1975, 1983a, 1990b, 1996, 1999).

III. Kimi zaman sadece üstü örtülü bir biçimde geçer (örneğin bkz. Lefebvre 2009: 147-8).

IV. Elbette kent çıkışlı bir toplumsal hareket olmayan Zapatisların, “Kent Hakkı” meselesiyle ancak dolaylı bir ilgileri olabilir. Ancak Zapatistalar ve tabii Brezilya’daki sem-terra (topraksız tarım işçileri) gibi hareketler burada, Harvey’in konuyu aşırı basitleştirdiğini göstermeleri bakımından önemlidir. Dahası Lefebvre kendi içinde kent [city] ile bir toplum biçimini imleyen fe«?[li(leşme)] (l’urbaine) arasında bir ayrıma gider. Bu minvalde Meksika ve Brezilya gibi ülkelerde bile “kent sorunsalı”nın tüm toplumsal-politik özneleri ilgilendirdiğini iddia etmek mümkündür. Brezilya’nın uluslararası üne sahip sem-terra örgütünün kentlerdeki eylemliliği artırmak üzere MTST’nin oluşumunu teşvik edip desteklemeye çalışması rastlantı değildir. Movimento dos Trabalhadores Sem Teto (kelime anlamıyla Çatısız İşçiler Hareketi) [baraka ve gecekondularda yaşayan evsiz işçiler hareketi, çn], sem-terra’nın kent biçimi olan sem-teto hareketinin en bilinen örgütüdür.

V. Sidney Tarrow şöyle yazmaktadır, “Şu geçen birkaç on yıl içinde, elektronik iletişimin hızlanması, yurtdışı seyahatlerin ucuzlaması, İngilizcenin yayılması ve modernite “alfabesi”nin her yere ulaşması ulusaşırı aktivizmi kolaylaştırdı” (Tarrow 2005: 5). Peki kimin için kolaylaştırdı?.. Tarrow’un tanımlamasıyla “köklü kozmopolitler,” “dış hasımlara karşı veya ulusaşırı müttefikleriyle paylaştıkları ortak hedefler doğrultusunda, dış aktörler adına kimi talepler yükseltmek amacıyla yerel veya uluslararası kaynak ve olanakları harekete geçiren kişi ve gruplar”dır (Tarrow 2005: 29, vurgu Tarrow’a ait). Fakat eğitimli Avrupalı ve ABD’li “köklü kozmopolitler”in ve aktivistlerin, “(yarı) çevre” ülkelerin aktivistlerine kıyasla ulusaşırılıktan daha rahat yararlanabiliyor olmaları yeterince can sıkıcıdır. Tarrow “Kuzeyli” ve “Güneyli” aktivistlerin sahip oldukları kaynaklar arasındaki farklılığı tümden yadsımasa da, yeterince vurgulamaz.

VI. Lula’nın başkanlığında Brezilya’da uygulanan ekonomik ve sosyal politikalar, “mali sorumluluğu,” tarım sanayine tanınan imtiyazları ve gerçek bir tarım reformu yokluğunu tazmine yönelik sosyal politikaların öne çıktığı devletçi ve neoliberal öğelerin bir karışımından müteşekkildir. Bu arada, yeterince bilgilendirilmediği belli olmakla birlikte aslında devletçi bakışın taraflılığını yeniden üreten Harvey, “Kent Hakkı” üzerine kaleme aldığı daha eski tarihli bir makalesinde, “toplumsal hareketlerin baskısıyla,” “kolektif Kent Hakkının tanınmasına aracılık edebilecek” yeni bir hukuki çerçevenin elde edildiğini yazdığında (Harvey 2008, 39), hem bu hukuki çerçevenin sınırlarını (hatta toplumsal hareketlerin bu süreçteki rolünü) abartıyor, hem de “Kent Hakkı” sloganının içini boşaltıyordu.

VII. Hepimizin bildiği gibi Marx ve Engels (bkz. Komünist Manifesto, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Almanya’da Köylü Savaşı, ) gerek köylülere, gerekse şu Lümpen proletarya ‘ya şüpheyle yaklaştılar: Bunların ikisi de özleri gereği tutucu ve muhtemel karşı devrimciler olarak yaftalandılar. Elbette köylülere, tutuculuktan sakınmanın biricik yolu olarak, fabrika işçileri “rehberlik” edebilir ve etmelidir de. Fakat Marksizm köylüleri, en iyi durumda bile ancak küçük ortak kabul etmiş, onlara asla gerçek bir rol biçmemiştir. Lümpen proletarya söz konusu olduğunda ise önyargı çok daha büyüktür; hatta zaman zaman ahlaki terimlere dahi başvurulur: “eski toplumun bu en alt katmanlarındaki pasif çürümüşlük”; “tüm sınıfların bu en aciz tortusu,” “tüm sınıfların bu tortusu, döküntüsü…” [Alıntılar sırasıyla Manifesto, Almanya’da Köylü Savaşı ve 78 Brumaire’‘dendir, Sol Yayınları çevirilerinden ufak değişikliklerle, çn]. İlginçtir, nüfusunun büyük kesimi kentlerde yaşayan Brezilya gibi bir ülkede tartışmasız en önemli ve en mücadeleci toplumsal hareketlere köylüler hayat vermektedir (sem-terra). Brezilya, Arjantin ve Güney Afrika gibi ülkelerde, “hyperprecariaf’nın hiç de azımsanmayacak bir bölümü, sem-teto, piqueteros ve Abahlali baseMjondolo gibi günümüzün en önemli kent-merkezli toplumsal hareketlerine öncülük etmektedir… [“Hyperprecariat” Souza’nın Lümpen proletarya ifadesinden kaçınmak için türettiği, “hiç güvencesi olmayan işçi” (başkasına muhtaç olan, precarius’tan) anlamına gelen bir terimdir, çn],

VIII. Merriam Webster’s Üniversite Sözlüğü’ne göre sıfat “liberter” (libertarian), isim “liberter”den (libertarian) gelmektedir ve ikisi de “özgür irade fikrini savunan,” “özellikle düşünce ve eylem alanında kafi ve sınırsız özgürlük hakkını savunan kimse” anlamını taşır. Gerçekte sözcüğün Fransızca aslı anarşist Joseph Dejacques tarafından yüzyıl ortalarında liberal’e alternatif olarak türetilmiştir. Ancak, Latin   dillerinde   libertaire   (Fransızca),   libertario   (İspanyolca   ve İtalyanca) ve libertârio (Portekizce) daima anarşimiz ve radikal demokrasiyle ilişkilendirilirken, anglosakson ülkelerde (özellikle Birleşik Devletler’de) “liberter,” devletin küçülmesinin ve en uç noktada bireyselliğin yılmaz savunuculuğunu yapan bir çeşit aşırı-liberalizm şeklinde yorumlanmaktadır genellikle. Bu metinde liberter sıfatı, aynı anda hem kapitalizme hem de otoriter sosyalizm yorumlarına karşı teorik ve politik mücadelenin verildiği ‘iki cepheli bir savaş’ sürecinde tarihsel evrimini geçiren toplamsal araçlar bütünündeki çok yönlülüğü karşılayacak biçimde kullanılmıştır: 19 ve 20. yüzyıl klasik anarşizminden, neoanarşizmin 20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze uzanan Avrupa ve ABD’deki biçimlerine, aynı şekilde Avrupa otonomizminden, Meksika Zapatistaları ve Arjantin piquetero’larmm bir bölümü gibi yakın tarihte büyük oranda Latin Amerika ülkelerinde baş veren yeni liberter düşünce ve eylem biçimlerine geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.

IX. Murray Bookchin “liberter belediyecilik” (veya “komünalizm”) yaklaşımıyla, bu bağlamda önemli katkılarda bulunmuş, liberterleri günümüz sorunlarına hazırlıklı kılmaya çalışmıştır (bkz. Bookchin 1995, 2002a, 2002b, 2002c, 2002d, 2007c). Yasamaya müdahil olup bir tür çift başlılık oluşturma gereğini hayata geçirmek üzere liberterlerin belediye seçimlerinde (ama daha ötesine değil) yer alabileceğini savunacak kadar dogmatik olmaktan uzaktı Bookchin, hatta belki de fazla uzaktı: “(…) Komünalistler, gerçek hayatta toplumsal dönüşüme katkıda bulunacak kalıcı örgütler ve kurumlar oluşturmaya gayret etmelidirler. Burada önemli olan Komünalistlerin, seçildiği takdirde makamının ona verdiği tüm yasama yetkisini halk meclisleri kurmak üzere kullanacak adaylarla belediye seçimlerine girmekten çekinmemeleri gerektiğidir. Kurulacak bu meclisler nihayet yeri geldiğinde belediye meclisi biçiminde etkili doğrudan demokrasi deneyimleri yaratacak güce kavuşacaklardır” (Bookchin 2007c: 115). Ancak Bookchin’in yaklaşımı azami dikkatle ele alınmalıdır. Yalnızca kimi çok özel koşullar altında, örneğin yerel makamlardan birine veya belediye meclisi üyeliğine aday olmak için bir partiye katılmanın gerekmediği durumlarda mantıklı bir seçenek olan bu yöntem, asla genel strateji olarak benimsenmemelidir. Gerçekte yapısal asimilasyon riski genellikle çok yüksektir.

About 9ada1deniz

Check Also

Dünya’nın en kuzeyindeki ada keşfedildi!

Grönland’da örnek toplamak için geçen ay yola çıkan bilim insanları, Dünya’nın en kuzeyindeki kara parçasını buldu. Araştırma …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir