Ellinci yılında şehir hakkı – Andy Merrifield
Lefebvre’nin büyük öngörüsü, şehir için yeni bir statüye dair hayaletvari bir tasavvur-düşünce olarak, şehir hakkı ve şehrin hakkı olarak, demokratik kentsel ağ örüntülerine ait bir irade, siyasetin özünü ve ulus devletin rolünü sorgulayan konfederasyon meclislerinin dayanışması olarak ortaya çıkıyor. “Yirmi birinci yüzyılın citadin(e)”i olan kent sakini ne ifade eder? Önümüzde duran zorlu yıllardaki ilerici mücadelelerin kafasını işte bu sorulara dönük açık fikirli yanıtlar kurcalayacaktır…
Henri Lefebvre’nin daha katılımcı ve demokratik bir şehir yaşamı için “çığlığı ve talebi” olan Şehir Hakkı’nın ellinci yıldönümü, onu hem kutlamak hem de anmak için bir vesile oldu.
Lefebvre, Marx’ın Kapital’inin yüzüncü yılı olan 1967’de şehir hakkını ilan etti. İsmiyle müsemma bir “şövalyevari niyet” ile, şehir hakkını kendi kaderlerini şekillendirmeye çalışan insanların bir ifadesi olarak gördü. Katılımın kent yaşamını ön plana çıkardığını iddia etti; aynı zamanda da potansiyel olarak aktif bir vatandaşlığı ön plana çıkardığını. Varlığının şehirleri doğurduğunu ve yokluğununsa çoğu zaman bir şehrin ölümüne işaret ettiğini.
1901’de doğan ve her zaman büyük bir demokrat olan Lefebvre, 1930’larda Sürrealist şairlerle şarap içti, 1940’larda Direniş hareketi ile birlikte savaştı, 1950’lerde Paris’te taksi şoförlüğü yaptı. 1960’lı yıllarda çeşitli Fransız üniversitelerinde sosyoloji ve felsefe dersleri verdi. Orada Guy Debord ve Sitüasyonistlerle arkadaşlık kurdu. ‘1968’ kuşağının entelektüel fikir babalarından biriydi. Altmış bir kitap yazan Lefebvre, Fransa’ya bütün bir Hegel Marksizmi getirdi ve şehircilik, gündelik hayat, edebiyat ve mekân hakkında çokça yazdı. İlk düzenli akademik işini 1966’da, altmış beş yaşındayken aldı! 1973’te, Asya, Latin Amerika ve onu hem büyüleyen hem de dehşete düşüren Los Angeles’taki kentleşmenin geleceğini idrak etmek, yazmak ve konuşmak amacıyla dünya turuna çıkmak için “emekli oldu”.
Lefebvre’in “şehir hakkı”
Lefebvre sınırların adamıydı. Onun şehir hakkı, çeperden tasavvur edilmiş bir idealdir. Dışlanmışları, içeri girmeleri için güçlendirmeyi amaçlar.
Şehir hakkı bulanık türden bir insan hakkı gibi görünebilir, ama çok somuttur. Şehri kendi şehrinmişçesine yaşama, şehir için yaşama, orada mutlu olma hakkı demektir. Uygun fiyatlı konut, çocuklar için uygun bir okul, erişilebilir hizmetler, güvenilir toplu taşıma hakkıdır. Kent ufkunuzu istediğiniz kadar genişletme ya da daraltma hakkıdır. Bu, mahalleye, sokağınıza ve binanıza bağlılık anlamına gelebilir, aynı zamanda da bunların ötesine uzanan şeylere.
Kent bir bütün olarak sizin olmalı, yerleşeceğiniz, keşfedeceğiniz, sahipleneceğiniz, paydaşı gibi hissedeceğiniz, isteyeceğiniz bir yer olmalı. Dolayısıyla katılım, muhakkak her akşam siyasetle meşgul olmak, kapı kapı gezmek ve toplantılara gitmek anlamına gelmez sadece; aynı ölçüde, kentsel alana ait olma duygusu, refahı için söz sahibi olma anlamına da gelebilir. Şehrin meselelerine yabancılaşmadığınız, kolektif ve ortak bir amaç duygusu hissettiğiniz anlamına gelir.
1960’lı yıllarda Lefebvre, şehir hakkını “merkezilik hakkı” ile ilişkilendirdi. O zamanlar, şehir merkezinin işgali için coğrafi bir hakkı kastetmişti, sıradan kent sakinleri için pahalı olan, mutenalaştırılan ve turistik bir gösteriye dönüştürülen (Paris’teki gibi) bir şehir. Amerika Birleşik Devletleri’ndeyse, karşıt düzen hakimdi: merkez terk ediliyordu. Daha zengin beyaz nüfus, gelişmekte olan banliyölerin lehine şehir içlerine kaçıyordu; kent merkezinin lime lime edilmiş parçaları, çoğunlukla en fazla ötekileştirilen, coğrafi olarak en fazla hareketsiz bırakılanlardı. ABD’dekinin merkeziyet hakkı, 1990’lı yıllarda yoksul insanları dışarı çıkmaya zorlayarak şehir içlerini ekonomik olarak sömürgeleştiren Şehre-Dönüş hareketi başlayıncaya dek pek bir anlam ifade etmedi.
Günümüzde “merkezilik hakkı”
Bugün eğer “merkezilik hakkı”nı yaratıcı bir şekilde yeni bir çerçeveye oturtacak olsaydık, onu varoluşsal ve politik bir hak olarak değil, coğrafi bir hak olarak görürdük. Merkezilik hakkı, kendinizi, kendi hayatınızın ve kendi gelişim sürecinizin merkezi haline getirme arzusunu ifade eder. Bu, mahallemizi yaşanabilir bir mahalle haline getirme arzusu kadar basit olabilir. Eğer bu mahalle kentin çeperlerindeyse, merkezilik hakkı çeperin Varlığınızın merkezi olması gerektiği anlamına gelir.
Ne olursa olsun, dünyanın kentsel nüfusunun büyük bir kısmı için gelecek, merkezin kavramlarının ötesinde yatmaktadır. Gelecek merkezsiz, en azından açıkça tanımlanmış bir coğrafi merkezi olmaksızın yayılan bir şehircilik tarafından oluşturulmuştur. Şehir hakkı; yerinizden kıpırdamama, olduğunuz yerde yaşama, olduğunuz yerde yaşamaya gücünüzün yetmesi, şehri kendinize ait hale getirebilme hakkıdır. Nerede olmak istiyorsanız, nereye ev demek istiyorsanız oraya yerleşmek, dış dünya size ihanet ettiğinde konfor kaynağınız için savaşmak sizin hakkınızdır.
Profesyonel kurumların katılımcı bir kent yaşamına düşman olduğu 1980’lerde Lefebvre, hiçbir zaman olmadığı kadar sertti. Yeni bir devlet modeli kendisini dayatıyor, yakında emri altındaki belediyeleri de kapsayacak, diyordu Lefebvre. Bu yeni devlet modelinin gerçek derinliğini ve genişliğini hayal bile edemezdi ya da 1991’deki ölümünü izleyen 20 yıl için deposunda neler sakladığını tahmin dahi edemezdi. Fakat önsezileri güçlüydü: profesyonel “demokrasi”, yönetim ve tahakküm geleneklerini yeniden üretmektedir. Vatandaşların resmi hakları ve bu hakları kullanma kapsamının azaltılmaya devam edildiğini söylemek abartılı olmaz. Lefebvre, yeni bir yurttaşlık ve aidiyet vizyonunun gerekli olduğunu söyledi. 1989’da Le monde diplomatique‘de yayımlanan, “Quand la ville se perd dans one métamorphose planétaire” [Şehir Küresel Bir Dönüşüm İçinde Kaybolduğunda] isimli veda yazısında, “şehir hakkının devrimci bir vatandaşlık anlayışından daha azını ifade etmediğini” iddia etti.
***
“Kentin gezegenleşmesi”
Kentleşme “devrimci” bir süreçti ve halen de öyledir. Gel gör ki bugünkü şehirde muhtelif yönetici sınıflar egemen “devrimci” rolünü oynuyorlar. Toprağı sömürgeleştirip metalaştıran üretim güçlerini ellerinde toplamak için harekete geçiyorlar. Üstelik hem insanlara hem de doğaya bir fiyat biçilmesinde önemli bir rol oynuyorlar. Yeryüzünün derinliklerine inip doğadan sondajla kâr çıkardıkları gibi, gündelik hayatın farklı yönlerini ve kamusal hayatın tamamını oyup buradan bir değer çıkararak aynısını insan doğasına da yapıyorlar.
Lefebvre kentleşmenin her yerde olacağını, bu tuğlaların ve harçların, otobanların ve yolların dünyaya hakim olacağını hiç hayal etmemişti. “Gezegen çapında kentleşme” fikrini önerdiğinde, yeşil dünyanın griye dönüşeceğini tasavvur edememişti. Marx’ın Kapital’ini anarken ifade ettiği gibi, daha ziyade, kendisini endüstriyel ya da tarımsal bir üretim modelinden çok fiili bir mekân üretimi modeli olarak tanımlayan savaş-sonrası kapitalizmine özgü bir biçime ait çemberin daralması konusunda uyarıyordu.
Bu sistem; gezegen çapında bir coğrafyayı, insanları ve mekânları; sermaye birikimi stratejileri olarak kullanarak ve suiistimal ederek, bir meta, salt bir finansal varlık olarak üretir. Süreç, onun işleyişine dahil olan herkesi köreltir. Kentsel toplum, ilelebet mahvedebilecek mekânsal öğelerin ilerici üretimineindirgenmiştir.
Lefebvre’nin gezegen çapında kentleşmeye en açık referansı, ölümünden iki yıl önce, Le monde diplomatique makalesinde yer aldı. Bu makalede tehlikenin, yani “kentin gezegenleşmesi” (“la planétarisation de l’urbain”) tehlikesinin sinsice bize yaklaştığını söyledi. Bununla gezegenin kentleşmesinden bahsetmemesine rağmen söylediği oldu. Halbuki o kentin, gezegenin sunduğu her şeyi, toprağı ve zenginliğini, sermayesi ve gücünü, kültürü ve insanlarını emen bir girdap haline gelmesini kastetmişti.
Kentin “tortu” öğeleri
Kent makinesinin bu faal devinimi her şeyi istikrarsızlaştırmaktadır. Enerji veren ve toplayan bir güç, Lefebvre’nin “tortu” dediği şeyi üreten bir süreçtir. Kentsel uzam genişledikçe, bir taraftan işe yarar ve kullanışlı olmayan insanları kovarken, kendisini de durmaksızın dışarı, kırsal bölgelere iter.
Lefebvre’nin gözlemlediği gibi, her büyük sistem çiğnenip tükürülmüş bir tortu bırakır. Her bütün geride bir kalıntı bırakır. Bu, Şehir Hakkı’ndan birkaç yıl önce yayımlanmış, Metafelsefe’ye en zor eklemlenen, Lefebvre tarafından geleneksel felsefeden sökülüp çıkartılmış bir fikirdir.
Lefebvre Metafelsefe’de, küresel kapitalizm gibi bütünlüklerin daima sızıntı yaptığını, hem yapılandırma hem de yeniden yapılandırmada iç çelişkilere sahip olduğunu ileri sürdü. Bütünlük hiçbir zaman bütünlüklü olamaz; her zaman bir “tortu öğe”, kendi Öteki’sini salgılar ve uzaklaştırır. Her zaman, hiçbir bütüne uygun olmayan, uymak istemeyen, içeri girmesine izin verilmeyen insanlar olacaktır. Onlar bütün ölçümler tamamlandıktan sonra arta kalanlardır. Onlar felsefi kavram-olmayan-kavramlardır, tortuların tasdik edilmesidir.
Tortular merkezde yerleşik olsalar dahi, çeperi içlerinde hisseden insanlardır. Tortular çalışma dünyasında mevcuttur: güvencesiz ve küçülme nedeniyle işten çıkartılan işçiler, kayıt dışı işçiler ve geçici sözleşmeli güvencesiz işçiler, ikinci dereceden hizmet sektörü ve tarım işçileri. Tortular devamlılıktan yoksun, maaşları ve güvenceleri olmayan, yan hakları ve emekli aylığı olmayan işçilerdir. Onlar çalışmanın geleceğinde gerçek bir pay sahibi olmayan işçilerdir.
Tortular reddedilmiş ve azarlanmış, nerede başıboş dolaşırsa fişlenmiş ve gözetim altına alınmış göçmenlerdir. Topraklarını terk etmeye zorlanmış, gayri resmi emlak piyasaları tarafından ve sert tahliyelerle konutlarından atılmış, evleri ele geçirilmiş, yaşam alanları coğrafi ve ekonomik açıdan yıkımın eşiğinde olanlardır. Tortular, kırsal kesimden olduğu kadar şehirden de gelirler ve çoğu zaman ne geleneksel şehirde ne de geleneksel kırsalda olan, ikisinin arasında bir yerlerde toplanırlar. Ben burayı küresel banliyöler arasında bir yer olarak adlandırıyorum. Yani hem kelimenin tam anlamıyla hem de mecazi olarak, somut ve potansiyel bir mekân, politik bir karşılaşma alanı, henüz gözümüze ilişmemiş bir yer olarak.
Tortular NINJA (No Income, No Job, No Asset – Gelir Yok, İş Yok, Mal Mülk Yok) soyundandır. Troyka kemer sıkma girişimlerinin zulmünü en sert biçimde hisseden Yunanlar. Fransız banliyölerinde yerlerinden edilmiş Arap ve Afrikalı gençler. “Acil Durum Yöneticileri”ne minnettar Detroitliler. İsrail tanklarına taş atan Filistinliler. Kuzey Suriye’deki Rojava Kürtleri. İspanya sokaklarındaki Indignados. Toplu taşıma zamlarını protesto eden “Haziran Günleri” Brezilyalıları. İstanbul Gezi Parkı’ndaki işgalciler. Hong Kong’un İşgal Merkezindeki şemsiye çocuklar. Paris’in Place de la République’ini belirleyen Nuitards. Liste uzadıkça uzar.
Meta-felsefenin ruhu, Şehir Hakkı’nda gelişir. Lefebvre burada, politik zorunluluğun “devrimci bir vatandaşlık anlayışı”nı formüle etmeye çalışmak olduğunu ileri sürmektedir. Aslında en başından beri “şehir hakkı” ile demek istediğinin bu olduğunu söyler. Ve bu onun bize miras bıraktığı, 50 yıl boyunca rehberlik etmeye devam eden bir teoridir. Bugünün şehir hakkı, kolektif bir kent yaşamı hakkını, şimdiye kadar mahrum bırakıldıkları bir kent toplumu hakkını ilk kez isteyen ya da bu hakkını geri isteyenler, kovulanlar –tortular– ile ilgilidir.
***
Yeni bir norm: “gölge vatandaşlık”
Bu biçimde, vatandaşlık bir pasaportun ötesinde, herhangi bir resmi belgenin ötesinde yer alır. Burjuva ulus devletinin herhangi bir kurumu tarafından verilmiş yasal bir hakkı ifade etmez. Hatta devrimci vatandaşlığın bir hak olmadığını bile söyleyebiliriz: uğruna mücadele etmek, kazanmak, yeniden fakat değişik bir biçimde yaratmak gerekir. Bahsettiğimiz şey, bayraksız, vatansız, sınırları olmayan bir vatandaşlıktır. Gelinen noktada bunu sadece “gölge vatandaşlık” olarak nitelendirebilirim, hayaletimsi bir şey.
Bugünün gölge vatandaşlığı, Öteki’ye, gölge yönetici sınıfa, profesyonel demokrasinin iplerini elinde tutan sorumsuz vekillere korku verir. Gölge vatandaşlığın pasaport taşıyıcısı olmak, diğer haklarından mahrum edilmiş vatandaşlarla gizli ya da gizil bir dayanışmayı dışa vurmaktır.
Gölge vatandaşlık artık yeni normdur, yeni küresel toplumsal konumun önceden tanımlanmış halidir. Dolayısıyla tortular sadece şehrin salgısı değil, bizzat şehrin özüdürler. Vatandaşlık kavramı için, henüz egemen olmamış yeni bir vatandaşlık için daha da büyük bir toplumsal uzam yaratılarak, birçok insan ufku genişletilmiş sınırların dışına itilmiştir. Bu gezegensel kentleşmenin neyle ilgili olduğu ve neyle ilgili olması gerektiğini ifade eder.
Bugünün “şehir hakkı” mücadelesi
Dünyayı gezegensel kentleşmenin gözünden görmenin elbette bazı ilerici avantajları vardır. Her şeyden önce, farklılıktan ziyade müşterekliği, birbirinden farklı görünen, farklı konuşan, birbirlerini tanımayan ama aslında düşündüklerinden çok daha fazla ortak noktaya sahip olan insanların karşılıklı paylaştığı bir gezegeni vurgulayan bir bakış açısıdır.
Bu ortak deneyim, dezavantaj ve umutsuzluğun, acı çekmenin ve belki de umudun durmaksızın büyüyen bir karşılıklılığıdır. Nadiren kabullenilmiş olsa bile aralarında bir yakınlık vardır. Şehir hakkı bize bu yakınlığın nasıl fark edileceği, bu yakınlığa nasıl aracılık edildiği, yakınlığın nasıl yıkıldığı ve gezegeni altüst eden ve el birliğiyle herkesi bir kaosun içine atan güçlerce nasıl altüst edildiğini anlamak için yardımcı olmalıdır. Şehir hakkı bize, yeni örgütlenme biçimleri, milliyetçi bölünmeyi boydan boya aşan yeni kurumlar yaratmamız konusunda yardımcı olmalıdır. Ötekilerin kimliklerini bastırmadan yeni bir kimlik hissi beslemelerini sağlayacak daha “misafirperver” bir vatandaşlık biçimini nasıl keşfedebiliriz? İnsanlar, tortular, kent toplumu ile ilişkilerini nasıl ifade edebilir ve nasıl kendileri olabilirler?
Gerçek bir kentsel yeniden-vatandaşlık hakkını yeniden düşünebilir miyiz? Şehir, ezilenleri ve muhalifleri koruyan ve “aramızdaki yabancı ve göçmen”e sığınma hakkı sunan demokratik bir uzam haline gelebilir mi? Ulus devleti aşan yeni bir kozmopolitizm biçimi, yeni bir kentsel dayanışma tanımlayabilir miyiz?
Belki de şu anda, demokrasi ihaleyle satışa çıkarılmışken ihtiyaç duyulan, yeni vatandaşın agorası – gölge vatandaşın agorası, hayalet toplumun sağlam vatandaşlar, devrimci vatandaşlar oluşturabileceği bir yerdir. Tıpkı geçmişin agorası gibi, trajik drama için bir sahne, gölge vatandaşın arınmasını sahneleyebileceği bir yer. Gölge vatandaşların epik tiyatroyla meşgul olabildikleri, çekişip tartışabilecekleri, demokratik eksikliklerini analiz edip düzeltebilecekleri bir forum.
Lefebvre’nin büyük öngörüsü, şehir için yeni bir statüye dair hayaletvari bir tasavvur-düşünce olarak, şehir hakkı ve şehrin hakkı olarak, demokratik kentsel ağ örüntülerine ait bir irade, siyasetin özünü ve ulus devletin rolünü sorgulayan konfederasyon meclislerinin dayanışması olarak ortaya çıkıyor. “Yirmi birinci yüzyılın citadin(e)”i olan kent sakini ne ifade eder? Önümüzde duran zorlu yıllardaki ilerici mücadelelerin kafasını işte bu sorulara dönük açık fikirli yanıtlar kurcalayacaktır.
[Versobooks.com’daki İngilizce orijinalinden Gamze Boztepe tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir. http://sendika62.org/2018/02/ellinci-yilinda-sehir-hakki-andy-merrifield-474229/]