> Buraya niye çıktık? Ormanın içinde, bu tepede, bu ıssız köşkün bahçesinde ne işimiz var?… Şimdi Hüseyin Rahmi olsa güler, ve belki daha önce ettiği bir latifeyle, “Evimin yolu benden daha meşhur!” diye karşılık verirdi. Siz Hüseyin Rahmi’nin esprisine bakmayın… O, döneminde de çok meşhur bir yazardı. Bugün, çoğu yazar için ancak hayal olabilecek bu evi, yazdıklarından kazandığıyla yaptırdı. Kitapları hep en çok satanlar arasındaydı. Ölümünün üzerinden 70 yıl geçtikten sonra bile bizi burada toplayabildiğine göre demek hâlâ çok popüler!!!
Hüseyin Rahmi’nin ruhuna değsin diye konuya biraz olsun mizahla girelim dedik… Mizah, onun edebiyatında hep baş köşede oturdu. Doğu gizemciliğine ve batı özentiliğine getirdiği toplumsal eleştiriyi en çok mizah ve fantastik konular üzerinden yaptı. Gulyabani romanı için “ilk yerli fantastik anlatı” tespitinde bulunulsa da, Hüseyin Rahmi bu tespiti hiç kabul etmedi. Çünkü onun esas derdi her daim “hiciv”di: Batıl inanışları ve köhnemiş gelenekleri hicvetmek.
Yazdıklarından dolayı yargılanma gururuna da erişmiş bir yazar, Hüseyin Rahmi. Mesela, bundan yaklaşık 90 yıl önce, “Ben deli miyim?” romanı “ahlaka aykırı neşriyat” -o zamanki ifadeyle “adaba mu
gayir” olmak- “suç”undan Hüseyin Rahmi’yi hakim karşısına çıkardı. Yargılanmasına sebep olarak romanda geçen “hakaretler” v.s. gösterilmiş olsa da, esas neden tabii ki siyasiydi. (“Ben deli miyim?” romanının bir yerinde o dönem yapılan yolsuzluğu hicvetmişti.) Otoriteye karşı kalem oynatmak, -en azından yayın tarihimizde- neredeyse 100 yıldır benzer sonuçları doğuruyor demek ki…
Bugün burada olma sebebimiz de bu. Otoritenin aldığı bir karara karşı gelmek. Hüseyin Rahmi Müzesi’ni geri istemek!
Temel hak ve özgürlüklerimizi dile getirmeye başladığımız, sesimizi duyurmak için sokağa çıkmaktan artık çekinmediğimiz, bu en doğal hakkı bize kazandıran, ya da hatırlatan Gezi’yle kendini açığa vuran, kendine vücut bulan mücadelede, bugün de burada olmayı seçtik.
Bu direnişin haklı feryadımızı gürleştiren bir başka yeniliği, başından beri kendine özgü bir niteliği de vardı: Mizah. Direniş ve mizah, beklenmedik biçimde belki de ilk kez bu kadar iç içe, aynı gövdede “gezi”yordu. Mizahın, tarih boyu otoritenin yüzüne karşı attığı tehditkâr kahkaha, bu kez sokakta patlıyordu. Böylece direniş, asıl taze gücünü yakından tanıdığı “ölebilmek” ihtimaline karşı, herhalükârda “gülebilmek”ten de aldı.
Bugüne ve son on yıla şöyle bir bakınca… Çocukluğumuz ya da gençliğimiz, iyisiyle vasatıyla lider taklidi seyretmekle geçtiği halde, iktidarı döneminde bir kez bile taklidini izlemediğimiz, mizah dergilerine ve karikatüristlere dava üstüne dava açan şimdiki otorite tipi kadar mizaha tahammülsüzüne de rastlamadık galiba! Niyetimiz her şeyden bir mana çıkarmak filan değil ama…
(Evet, itiraf ediyoruz, o da bir alışkanlığımız gerçi!) Bütün bu saydığımız nedenlerle, şimdiki otoritenin ve emrindeki idarelerin, bu kez de Hüseyin Rahmi’ye “takmasının”, onun anısını yaşatan eserlerinden sonraki en değerli varlığa -evine-, “Müzemize” el koymasının, hiç de tesadüf olmadığı fikrindeyiz. Yok edilmek istenen, kıymeti bilinmeyen, esas göz dikilen, elbette bu ev değil, Hüseyin Rahmi’ninkendisidir. Gayet iyi bildiğimiz gibi, otoriteye hele “mizah”la kafa tutanın, onu tanımayanın cezası, çilesi öldükten sonra da sürer…
Öyleyse, bugün de her zamanki gibi iş gene başa düşüyor. Bu ev tekrar müze olana kadar bu işin peşini bırakmayacak, Hüseyin Rahmi’nin bütün eşyalarının da peşine düşecek, Müzeyi zengin kılmak için çalışacağız. İnanıyoruz ki, gelecek yıl, 2014’ün Mart’ında, bu kez daha güzel bir şey için burada tekrar toplanacağız: Hüseyin Rahmi’nin 150. yaş günü için!… O güne dek, direnişimizden kahkaha eksik olmasın! #diren kahkaha! <