- Türkiye’de Gezi direnişi sonrasında yaygınlaşan park forumları, savunma ve dayanışma hareketleri etrafında gelişen kent hareketi ve özgürlükçü siyasal muhalefet arayışları müşterekler ve müşterekleşme tartışmalarına yabancı değil. Son dönemde üretim ve tüketim kooperatiflerinin yaygınlaşmasıyla birlikte yeniden canlanan bu tartışmalar, geleneksel örgütlenme ve mücadele yolları dışında yeni dinamikler oluşturmaya, geri çekilen kitlesel muhalefet hareketlerinin sorunlarını ele almaya çalışan topluluklar için de büyük önem taşıyor. Geçtiğimiz aylarda Sel Yayıncılık tarafından yayınlanan Stavros Stavrides’in “MÜŞTEREK MEKÂN- Müşterekler Olarak Şehir” adlı kitabı bu tartışmalara önemli bir katkı niteliği taşıyor. Kitabın Massimo de Angelis tarafından yazılan Önsöz’ünü ve Stavrides’in Gezi Direnişini de değerlendirdiği kitabından küçük bir bölümü paylaşıyoruz…
Müşterek Mekan- Müşterekler Olarak Şehir- Önsöz
Massimo de Angelis, Sel Yayınları, 2018
Müşterekler ve müşterekleşme üzerine yürütülen tartışma yirminci yüzyılda katlanarak büyüdü. Elinor Ostrom ve beraberindekilerin, radikal düşünür ve aktivistlerce pek bilinmeyen yeni-kurumsalcı katkısını saymazsak 1990’larda böyle bir tartışmanın esamesi okunmuyordu.
Günümüz radikal literatürü ilksel birikimin, çitlemenin ve daha sonra da mülksüzleştirme yoluyla birikimin (bunlar farklı yorumlarda farklı isimlendirilmişlerdir), yani sermaye ve devlet tarafından müşterekleri yok etmek için kullanılan stratejilerin yeni yorumlarıyla o tarihlerde daha yeni yeni uğraşmaya başlıyordu. Aynı zamanda küresel kuzeydeki toplumsal hareketler neoliberalizmin tesisine eşlik eden büyük yenilgilerin ardından yeni yeni uyanıyor ve yeni bir kuşak, neoliberal TINA (“There is no alternative” -Başka seçenek yok) döneminin aslında gerek küresel güneydeki köylü ve yerli hareketleri gerekse küresel kuzeydeki pek çok diğer birey ve grup tarafından tam bir öz-farkındalıkla icra edilen TAMA (“There are many alternatives” – Pek çok seçenek var) dönemi olduğunu görmeye başlıyordu.
Meksika’nın yerli halkının ortak bir şekilde elinde tuttuğu topraklar olan, ejidos’un özelleştirilmesini hedefleyen Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın yürürlüğe girdiği gün olan 1 Ocak 1995’te Chiapas’taki San Cristobal de las Casas’ı ele geçirerek dünya sahnesine çıkan Zapatista Kurtuluş Ordusu’nun pek tanınmayan yerli grupları hepimiz için beklenmedik bir şekilde umudun kabuğunu çatlatmıştı. Dünya Sosyal Forumları’na eşlik eden alternatif küreselleşme hareketleri bu çatlağı daha da büyüttü.
Gözlerin açılmasını sağlayan bu olayların ardından yirmi yıl ve bir sürü savaş geçtikten sonra kendimizi müşterekler ve müşterekleşme, ortak-zenginlik ve müştereğin kendisi üzerine, filizlenmekte olan bir eleştirel literatürün ortasında bulduk. Tüm bunların dillendiriliyor olması bile şu savaş ve kemer sıkma dönemlerinin beraberinde getirdiği korku ve güvensizlik havasından hiç değilse bir anlığına kopma fırsatı veriyor bize. Bu önsözü 13 Kasım 2015 Cuma günü Paris saldırıları hakkındaki haberlerin patladığı zamanda yazıyordum. Saldırıları gerçekleştirenler, Paris’in unutulmuş bir banliyösünden çıkan, umut verici alternatif pratiklerin yoksunluğu ve ayda 450 avroyu geçmeyen ücretler yüzünden fanatikleşmiş gençlerdi. Restoranda, futbol maçında veya konserde gündelik hayat alışkanlıkları uyarınca son derece masum biçimde sosyalleşmekte olan orta sınıf üyesi genç insanlar öldürülmüştü. Fransa’nın sosyalist cumhurbaşkanının tepkisi küresel kuzeyin benzer olaylara gösterdiği daha önceki tepkiler üzerine ölçülmüş biçilmiş bir düşünme edimini içermiyordu. Hayır, 11 Eylül 2001’in ardından neo-muhafazakar ABD başkanının Afganistan ve Irak’ta verdiği tepkinin aynısıydı. O tepki ki küresel kuzeyde ve dünya genelinde terörist saldırıların sonucunda ortaya çıkan ölümleri yüzde 4500 oranında artırmış ve ABD liderliğindeki müdahalelerde yüz binlerce sivilin ölümüne neden olmuştu.
Fransızlar ABD’nin dümen suyunda ilerlerken Suriye daha fazla bombalanıyor, daha fazla sivil katlediliyor. Bunlar olurken Paris’teki olağanüstü hal yoğunlaşıyor ve otoriteler yaklaşan iklim değişikliği görüşmeleri vesilesiyle caddeleri göstericilere kapatmaya hazır durumdalar.
Gündelik hayat mekanı savaş ve güvenlik mekanı haline geliyor. Neoliberal devlet bomba ve füze satın almak için para buluyor ama rekabetçilik ve ekmek kavgası koşullarını yoğunlaştırma peşinde olduğundan, paranın toplumsal yeniden üretim için faydalı olduğu her yerde kısıtlamaya gidiyor. Neoliberal sermaye her zaman bir kriz
noktasına ulaşıyor gibi gözüküyor ama yeni olağanüstü hal yasalarıyla yeniden doğuyor. 2008’de neoliberal devletler kamu fonlarını, ev kredileriyle spekülasyon yapmış ve sonrasında finansal balonun patlamasıyla darbe almış belli başlı bankaları kurtarmak için kullandılar.
Bugünlerdeyse bankalar bu kez yeni bir paket içinde sunulan öğrenci kredileri ve sağlık hizmeti borçlarıyla oynuyor. Peki devlet onları finansal balonun bir sonraki patlamasında da kurtarıp bize yine başka bir kemer sıkma dönemini mi reva görecek? Yunanistan belki de bu kıyamet senaryosunun simgesel bir örneğini teşkil ediyor. Onca yıl Troyka’nın (Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu) dayattığı kemer sıkma politikalarından sonra 2015’in başında Syriza hükümetinin seçilmesiyle birlikte biraz umut varmış gibi göründü. Bu umut, Yunan hükümeti acımasız kesinti ve özelleştirmeleri kabul edene kadar, yani yalnızca altı ay sürdü. Gündelik hayat bir kemer sıkma ve umutsuzluk mekanı burada. Nasıl bakarsanız bakın, hangi yolu seçerseniz seçin içinde bulunduğumuz durum umutsuzluk ve güçsüzlüğü yeniden üretiyormuş gibi görünüyor. Eşitlikçi ve adil bir topluma yakınlaşmak, hatta bunu düşünmek imkansız adeta. İşte tam da böyle bir bağlamda “Müşterek İzinde” dizimizin Stavros Stavrides tarafından yazılan kitabı çok önemli; zira umutsuzluğun kol gezdiği zamanlarda bu kitap bir umut mekanının, savaş ve kemer sıkmanın kısırdöngüsünün
yerini heterotopik mekanlardaki çeşitli öznelliklerin ilişkisel dansının aldığı bir mekanın kapısını aralıyor. Stavrides gündelik mekan algımıza meydan okuyarak, müşterek içinde hareket etmeye, fiilen her yerde −yollarda ve kamusal mekanlarda, işgal edilmiş
mekanlarda, parklarda ve diğer yerlerde− mevcut müşterekleşme heterotopyalarına giriş veya çıkış koşullarını yaratma olanağı veren eşik mekanlarını bulmaya ve üretmeye yönelik fırsatları görmemizi sağlıyor.
Müşterek Mekan bu türdeki ilk teorik çalışma. Mekanı bir meta, devlet idaresindeki bir alan ya da savaşın getirdiği saf bir yıkıntı olarak değil müşterekler olarak sorunsallaştıran ilk kitap. Lefebvreci geleneğin en iyi yönlerinin izinde bir kitap bu. Ama aynı zamanda çağdaş toplumsal ve siyasal düşünceyle de haşır neşir oluyor: Foucault, Turner, Bourdieu, Hardt ve Negri, Zibechi, Holloway vd.
Bunu yaparken bir taraftan günümüzün veya daha eski zamanların toplumsal hareketleri üzerine, diğer taraftan 1930’ların mimari hareketleri ile günümüzün meydan müşterekleri arasındaki kesişim üzerine güçlü gözlemlerle zenginleştiriyor tartışmasını. Yabancılaşmış yaşam ile öteki mekanları birbirinden ayıran eşikleri kat ettiğimizde ne türde öznellikler gelişebilir? Sermaye ve devlet tarafından değerlendirilen pratiği arkamızda bırakıp ötekilerle heterotopyalarda, yani farklılıkların buluşup müşterek biçimde ve müşterekleşme içinde eyleme pratiğini tesis ettiği öteki mekanlarda karşılaştığımızda ne türde bir özgürleşme deneyimi yaşayacağız? Bunlar her birimizi katılımda bulunmaya ve deneyler yapmaya davet eden açık sorulardır. Umutsuzluk ile umut, güçsüzlük ile güç arasındaki eşik en nihayetinde bizim ellerimizde ve ruhlarımızdadır.Massimo de Angelis
Müşterek Mekan IV. Bölüm.
“İşgal Edilen Meydanlar, Hareket Halindeki Toplumlar
Bir Meşruiyet Krizi mi?
2011’den bu yana dünya çapında neredeyse hiç beklenmedik bir şekilde açığa çıkan bir dizi fenomeni nasıl adlandırmamız gerektiği konusunda dahi henüz uzlaşamıyoruz. İşgal edilen meydanlar hareketi mi, dünya çapında ortaya çıkan bir dizi kolektif sivil itaatsizlik
eylemi mi, demokratik olmayan rejimlere karşı birbirini takip eden isyanlar dizisi mi, yoksa sadece adaletsiz iktisadi politikalara karşı gelişen kitle hareketlenmeleri mi? Belki de bu fenomenlerden bir ortak dava ya da ortak özlemler süzüp çıkarmak için çok erkendir. Öte yandan bunların kapitalist dünyayı sarsan sosyo-ekonomik krizin sonucu ya da görünümü olduğunu görmek önemli. Bu fenomenlerin açıkça gösterdiği şu ki, kapitalizm herkes için daha iyi bir dünya vaat etme gücünü kaybetmiş durumda. Üstelik tam da yönetici elitlerin, kapitalist ütopyanın en mükemmel biçiminin yarattığı yeryüzü cennetine ulaştıklarını düşündükleri bir zamanda, gerek çoğu zaman itaatsiz olan ve davranışları öngörülemeyen gerçek insanların gerek daima problem çıkaran üretim prosedürlerinin yaratabileceği kesintiler olmadan paranın daha fazla para getirdiğini sandıkları koşullarda bunlar ortaya çıktı. Bankacılarla borsacıların kibri ve iktidarı, bu feveranlı ütopyacılığın semptomatik göstergeleriydi.
“Alttakiler”, ütopyacılık nöbetine tutulmuş ve onlarsız da yapabileceğini düşünen sisteme yeniden entegre edilmek zorundaydılar. Pek çok sosyal patlamanın ve istatistiğin de gösterdiği gibi insanlar, kendisini yanıltıcı bir şekilde herkesin erişim sahibi olmayı umduğu muhtemel bir refah bölüşümü mekanizması olarak sunan sisteme karşı inançlarını yitiriyorlar.
Ya açıkça isyanlar üzerinden, ya da örtük bir şekilde içine kapanık bir depresyon üzerinden kendini ifade eden bu kolektif düş kırıklığı yeni y.önetilebilirlik sorunları ortaya çıkarıyor. Öyle görünüyor ki bu zorunlu “siyasete dönüş” arifesinde yönetici elitlerin önünde iki kilit görev duruyor. Birincisi, bireyleri ekonomik özneler olarak, yani davranışları ve güdüleri yalnızca ekonomik parametreler ve ölçütler üzerinden analiz edilebilecek, koordine edilebilecek, öngörülebilecek ve nihayetinde de kontrol edilebilecek özneler olarak biçimlendiren toplumsal bağlar vasıtasıyla insanların tanımlanmaya devam etmesini sağlamak. İkincisi ise, insanların diğer insanlarla herhangi bir bağlantı ve eşgüdüm olmaksızın hareket etmeyi ve hayal etmeyi sürdürmesini sağlamak. Bu doğrultuda, özellikle de müşterek mekanlar üreten kolektif eylemlerin ve özlemlerin önüne set çekilmelidir.
Nüfusun yönetimine dair bu iki öncelik, kriz dönemlerinde diğer bireylerle sadece korkuyu paylaşan bireyler üretmeyi amaçlar. (“Korku deneyimi devrimcileştirmez; onu yalnızca belirsiz ve tekinsiz kılar… Korkunun temelinde dünyaya tamamen ve dermansızca maruz kalmak yatar” (Carolis 1996: 43-4-)
Bu korku bireylerin yaşam koşullarını ve planlarını sarsmaya devam eden her şey hakkında olabilir. Aynı zamanda, her bir bireyin de sorunların “üstesinden geleceğine” dair bir inanca sahip olması gerekir. Bu da muhtemelen ancak diğerlerinin o sorunun üstesinden gelme fırsatının aleyhine gerçekleşebilir. Bu yönetim modelinin kurduğu iddialı ama kırılgan yapının içinde çoğu zaman şiddet içeren bir şekilde çatlaklar ve kopuşlar kendini gösterir. Öfkeli ve isyankar insanlar yeniden siyaset sahnesine girip uygulanan politikaları dönüştürecek bir görünürlüğe ve güce sahip olurlar. Bu kolektif edimler sayesinde kamusal mekan yeni bir anlam kazanır. İnsanlar mekanı bir muhalif eylemler mahalli, sahte katılımcılığın egemen medyatik mekanından ayrışmış bir mahal olarak geri almıştır adeta. Sanki insanlar mekan paylaşımının ve kamusallığın anlamını açık ya da örtük bir biçimde yeniden tanımlamaktadır. Her ne kadar günümüzde tarih inanılmaz bir hızla ilerliyor ve derinleşen bir krizin emareleri çoğalıyor olsa da egemen politikaların geri dönülmez bir krize girdiğini söylemek için şu an kesinlikle çok erken. Yine de dünyanın çeşitli yerlerinde bir meşruiyet krizi teşhisi koyabileceğimiz durumu derinden etkileyen birbiriyle ilişkili iki fenomen dizisini gözlemleyebiliriz.
Birinci dizi sisteme dönük kolektif inancı sarsmada bilgi ve iletişimin rolüyle ilişkili fenomenleri içerir. Latin Amerika’daki hareket ve isyanlardan (Örneğin Argentinazo ve Sao Paulo’da ortaya çıkan büyük halk protestoları) Arap devrimlerine (özelllikle de Tunus ve Mısır’daki devrimler), Avrupa’daki “öfkeli” meydan işgallerinden, Kuzey Amerika’daki İşgal Et hareketine kadar pek çok örnekte sosyal medya ve etkileşimli iletişim araçları vasıtasıyla gerçekleşen iletişim ve bilgi değiş tokuşları kolektif eylemi biçimlendirmede çok önemli bir rol oynamıştır.
İkinci dizi topluluk-yönelimli veya ilhamını topluluktan alan, çoğunlukla neo-komünitaryan ve neo-muhafazakar ideolojilerden oldukça farklı, oluşum halindeki toplulukları yaratan ve hatta onları yeniden icat eden eylemlerle ilişkili fenomenleri içerir. Bunlar çoğunlukla istikrarsız ama her zaman yayılmaya ve genişlemeye müsait hareket halindeki topluluklardır. Her iki fenomen dizisi de kamusal mekanı yeniden tanımlayan ve yeniden sahiplenen pratiklerde birbiriyle .akışır, her ikisi de müşterek mekanların ortaya çıkmasına katkıda bulunur. Her iki fenomen serisinin karakterini de melezleşme biçimleri, yani uyumsuz ve çoğunlukla da karşıt öğelerin “gayri-resmi” bütünleşmeler yaratacak şekilde harmanlanması belirler.
…..
Meydanlardaki Müşterek Mekân
Hareket halindeki topluluklar kendi mekanlarını, salyangozlar ve deniz kabukluları evlerini inşa etmekte kullandıkları maddeleri nasıl salgılıyorlarsa neredeyse öyle “salgılarlar”. Bu bizim bildiğimiz anlamıyla kamusal mekan değildir. Belirli bir otorite tarafından nihayetinde o otoritenin meşruiyetini tescil edecek özel koşullar altında halka verilmemiştir. Eğer özel mekandan diğer herkesi dışlayacak şekilde sınırlı bir insan grubu tarafından kontrol edilen ve kullanılan mekanı anlıyorsak, bir özel mekan da değildir. Hareket halindeki topluluklar müşterek mekanı, yani topluluklar tarafından karara bağlanmış koşullar altında kullanılan ve kolektif bir şekilde alınan kararlarla eylemleri kabul eden herkese açık olan mekanı yaratırlar.
Müşterek mekanın kullanımında, bakımında ve yaratımında söz konusu olan şey topluluğun basit bir yansıması değildir. Topluluk müşterek mekana odaklı pratikler vasıtasıyla oluşur, gelişir ve yeniden üretilir. Bu ilkeyi genel bir düzeye taşırsak: Topluluk müşterekleşme vasıtasıyla, müştereğin üretimine yönelmiş eylemler ve örgütlenme biçimleriyle geliştirilir. Mekan-müşterekleşmesinin hareket halindeki toplulukların yaratılması ve desteklenmesi açısından önemine dair daha net bir bakışa sahip olabilmek için gelin Syntagma Meydanı’nın işgal edilme örneğine daha yakından bakalım. “Uzaktan bir bakış” bu işgal alanını sert, adaletsiz ve anti-demokratik kemer sıkma önlemlerini reddetmek için parlamento binasının önünde toplanmış insanların bir buluşma noktası gibi tarif edebilir. Bu yanlış bir bakış değil elbette ama işgal-protestosunda neyin yeni olduğunu kaçırıyor. Syntagma Meydanı bu işgalde, her biri ayrıksı karaktere ve mekansal düzeneğe sahip, hepsi de Atina’nın merkez. kamusal meydanı olarak bilinen alanda kapsanmış ya da daha ziyade orada konumlanmış bağlantılı mikro-meydanlardan oluşan bir ağa dönüşmüştü. Her bir mikro meydanda bir süredir çadır kurup yaşamakta olan bir grup insan vardı ve bu insanlar eylemleriyle kendi mikro-kentsel ortamlarını belirli bir işe odaklamıştı: Çocuklar için oyun sahası, serbest okuma ve meditasyon alanı, evsizler kampanyası için buluşma noktası, “zaman bankası” (para ve karın bir kenara bırakılmasına dayalı bir hizmet değiş tokuşu biçimi), “Ödemiyoruz” kampanyasının buluşma noktası (ulaşım ve yol geçiş ücretlerinin etkin bir boykotunun örgütlenmesine odaklanan bir kampanya), ilk yardım merkezi, multimedya grubu noktası, çeviri grubu standı vs. Bu mikro-topluluklar çok çeşitli düzeylerde birbirleriyle bağlantılıydı ve tabii ki hepsinin de genel meclisin kural ve kararlarına uyması gerekiyordu. Öte yandan mekanın düzenlenmesi ve ifade araçlarının ne olacağı (pankartların, afişlerin, çıkartmaların, imajların, “sanat .alışmalarının” vs. kullanımı) konusundaki farklılıklar açıkça ortadaydı. Her ne kadar ortak dava ve ortak hedef (parlamento) baskın olsa da her bir mikromeydan farklı rutinler ve farklı estetikler üretti ve işgal süresince farklı mikro-etkinlikler örgütledi. Banklar sanatçıların sergilerinin taşıyıcıları haline geldi, çimenlik alan uyku tulumları ve çadırlarla dolup taştı, ağaçlar hoparlörleri ve afişleri taşıdı, merkezdeki çeşme biber gazından temizlenmenin kaynağı haline geldi ve taş döşemeli alan herkes için harika bir oturak oldu. Bu açıdan, yaratılan müşterek mekan hareket halindeki bir toplumun karşılıklı-bağlılığının ve etkileşiminin sonucuydu (Galatoula, 2013).
O halde, her ne kadar meclis ve meclis alanı hem sembolik hem de işlevsel olarak merkezi rol oynasa da mekan-müşterekleşmesi merkezileştirilmiş bir işleyiş değildi. Mekan-müşterekleşmesi daha ziyade, bir merkezilik-yayılım diyalektiğinin damgasını vurduğu kolektif olarak doğaçlanan bir süreçti: yayılan aktiviteler ile mikro-etkinlikler ama aynı zamanda koordine edilen aktiviteler. Koordine edilen aktiviteler arasında en önemlileri Genel Meclis’in 28 ve 29 Haziran’da meydanda büyük kitle gösterilerinin örgütlenmesine yönelik kararıyla bağlantılı olanlardı. Bu gösterilerle amaçlanan şey, Uluslararası Para Fonu, Avrupa Birliği ve Avrupa Merkez Bankası ile yapılacak, “Orta Vadeli Parasal Uyum İçin Acil Uygulama Önlemleri 2012- 2015” ismi verilen yıkıcı bir anlaşmanın oylamasını engellemek üzere parlamento binasının etrafının sarılmasıydı.
Syntagma Meydanı’ndaki eylemlere ve örgütlü yol kapatmalara devasa bir kitlesel katılım damgasını vurdu ama karşısında da göstericilere karşı eşi görülmemiş bir kimyasal savaş başlatan son derece saldırgan polis ekipleri vardı. Meydandaki ve çevresindeki insanlar dağılmadılar; meydana barışçıl bir şekilde geri dönmeyi başardılar ve o anda organize edilen, polisin karşısına almaya cesaret edemediği unutulmaz bir konser düzenlediler. Genel Meclis tarafından “gerçek demokrasi”, “kamu borcu ve kemer sıkma politikaları” ve halk eğitimi vs. gibi konular üzerine düzenlenen herkese açık çok geniş katılımlı tartışmalar işgalin kolektif koordinasyon ruhunun bir başka önemli ifadesiydi. Bu özgün kamusal etkinliklere halkın katılımı inanılmaz derecede yoğundu ve mekanın kolektif yönetimi demokratik ve eşitlikçi bir çağdaş agora’yı (halk meclisleri şeklinde de kullanılan antik Yunan pazar meydanı) tasarlamayı mümkün kılacak biçimlerde örgütlenmişti. Polis saldırısının an meselesi olduğu zamanlarda bile meydan ne sembolik ne de gerçek anlamıyla kendisini barikatlar arkasına sakladı.
İşgal edilen meydandaki bütün etkinlikler ve girişimler meydanın mekanını açık ve şehrin geri kalanıyla bağlantılı tutmaya devam etti. Normalde metro istasyonunun girişine yönlenmiş arkası gelmeyen yaya akışlarının kesişim yeri olarak şekillenmiş bir kamusal mekanın yerine Atina’nın kalbinde zengin bir müşterek mekan yaratıldı. Üstelik toplantılar ayarlamaya ve bilgi yaymaya yönelik sürekli bir mesaj akışı bu mekanı şehrin diğer yerleriyle bağlantı halinde tuttu. Madrid’in işgal edilmiş Puerta de Sol’unda olduğu gibi: Son günlerde yaratılan mek.n-zamanın tek bir takıntısı vardı: devamlılık.
Paradoksal olarak bu ancak kesintililik vasıtasıyla sürdürülebilirdi. Sol’a fiziksel bir giriş-çıkış vasıtasıyla. Orada bulunmasan bile deneyimi canlı tut. Bu (ve daha birçok) sebepten ötürü Sol’u sosyal ağlar olmaksızın düşünemeyiz. Deneyimin devamlılığı onu yersiz yurtsuzlaştırarak başarıldı (Kaejane 2011). 2010-2012 isyanlarının yeniden kazanılmış mekanlarındaki müşterekleşme, arada-mekanların üretim ve kullanımını içeriyordu. Müşterek mekanlar, tanımlayıcı bir .eper tarafından sınırları çizilmemiş mekanlar olarak, eşik mekanları olarak ortaya çıktı. Kamusal mekan onu tanımlayan ve kullanımını denetleyen hakim bir otoritenin imzasını taşırken müşterek mekan açık bir mekandır, “yeni gelenlere” doğru açılma sürecinde olan bir mekandır. Ranciere’in “gelecek olan demokrasi” anlayışına da uygun düşecek şekilde müşterek mekanın karakterini “ötekine veya yeni gelene sonsuz bir açıklık” belirlemektedir (Ranciere 2010: 59). Müşterek mekanlar gözenekli mekanlardır, hareket halindeki mekanlardır, geçitler-olarak-mekanlardır.
Mikro-toplulukların (veya aslında mikro-meydanların) yaratılması için zorunluluk arz eden mekan içindeki bölünmeler, mekanın bölümlere ayrışmasıyla sonuçlanmamıştır. Mikro-meydanların kendisi gözeneklidir ve bir geçitler-olarak-mekanlar ağı, minyatür bir şehre, daha doğrusu açıkhava mekanlarına sahip minyatür bir çadır-kente benzeyen mekansal bir düzenek oluşturmuştur. Genişleyen ve icatçı mekan-müşterekleşmesinin bu biçimi işgal edilen bütün meydan kamplarının karakteridir. Tahrir Meydanı’ndaki “sadece battaniyelerden ibaret uyuma alanları daha sonra çadırları, sokak lambalarından .ekilen elektriği ve gözetimli çocuk alanlarıyla tam teşekküllü kamp yerlerine doğru evrilmiştir” (Kamel 2012: 38). Kamusal olarak kullanılan alanlar ve tesisler de özyönetimli bir seyyar hastaneyi ve çok sayıda seyyar eczaneyi, halka hitap etmek isteyen herkesin kullanabileceği bir mikrofona sahip bir sahneyi (a.g.y.), sıcak yemeklerin piştiği mutfakları, sanatçılar köşesini (Alexander 2011: 56) ve daha birçok şeyi kapsıyordu. Hatta mücadelenin dönüm noktalarında meydan kolektif olarak tanınan bir “epifanik mekan”, bir “paralel başkent” halini aldı (a.g.y.: 55). Buradaki “komünal atmosfer” (a.g.y.: 57) meydanı “sivil bir alanın yaşayan ve nefes alan mikrokozmosuna” dönüştürdü (a.g.y.: 56). Hem barışçıl anlarda hem de polisle ve Mübarek’in haydutlarıyla çatışma anlarında sergilenen işbirliği ortaya iyi örgütlenmiş, ortak ihtiyaçlar ve özlemler üzerinden yaratılmış ve düzenlenmiş müşterek mekanlara sahip bir mikro-şehir çıkardı (Abul-Magd 2012: 566).
2013’te İstanbul’da gerçekleşen Gezi Parkı işgalinde ise kamusal mekan, parka kamp kurmuş olanların yarı-özel şahsi mekanları ile kamusal kullanıma açık mekanlar arasında hiçbir net sınırın görünür olmadığı bir müşterek mekanlar ağına (Postvirtual 2013) dönüştürüldü. İkinci el malzeme ve eşyaların karışması, kullanımların muğlaklaşmasına katkıda bulunan anarşik ve kente benzeyen türde bir çeşitlilik ortaya çıkardı. Kolektif kimlikler, bir duygudaşlık içinde ama farklı mekanların düzenlenmesiyle ifade edildi. .te yandan, bu tür bir kültürel, dinsel ve siyasal bölümlenme farklı kolektifler arasında setler .ekmedi, daha ziyade birbirlerine önceden düşmanca yaklaşan gruplar arasında bile karşılaşma ve beraber iş görme biçimlerini tesis etti. Kemalistler ve Müslüman aktivistler, eşcinsel aktivistler ve holigan taraftarlar, feministler ve aile değerlerine bağlı dindar insanlar, anarşistler ve solcular, Kürtler ve Türkler bir arada olmaları ve birlikte iş görmeleri sayesinde hiç beklenmedik bir ortak zemine kavuştular (Bektaş 2013: 14–15).
Meydanlar hareketinin işgal edilen kamusal alanlarında müşterek mekanlar ne kadar geçici olsa da canlı kentsel eşikler halini almıştır. Bu eşik mekanları ne onları kullanan insanları tanımlar ne de onlar tarafından tanımlanır. Yaptıkları şey daha çok insanların paylaştıkları mekanın anlamı ve kullanımı üzerine birbirleriyle yürüttükleri müzakerelerinin aracısı olmaktır. Bu bakımdan müşterek eşik mekanları meydan deneyimine niteliğini veren bir kimlik açılımı sürecidir. “Eşikler şehri” (Stavrides 2010b) biçiminde bir minyatür şehir hasıl olmuştur. Bu şehirdeki karşılaşmalar ve dağılmış haldeki insiyatifler, dayanışma ve karşılıklı saygı temelinde kamusal bir kültürü kolektif olarak şekillendiren müzakere ve geçişimlilik mekanları inşa etmektedir.
Syntagma’daki ve diğer “asi meydanlardaki” hareket halindeki topluluklar, bir karar alma merkezini veya merkezi bir mekanın mutlak hakimiyetini varsayan örgütsel düzenekler üzerinden yaratılmamıştır. Mekanlar ve aynı zamanda kararlar merkezsizleştirilmiş ve yeniden merkezileştirilmiştir. Bu durum aynı zamanda sürekli yeniden yapım halindeki topluluklara bi.im vermiş olan toplumsal bağ yaratma süreçleri için de geçerlidir.
Topluluğu Yeniden İcat Etmek
Bir yayılma-merkezileşme diyalektiği olarak anlaşılan müşterekleşme prosedürleri farklılaşmış inisiyatiflere ve bireysel doğaçlamalara alan açar. Sıklıkla kendiliğinden eylemler ile örgütlü eylemler ve bireysel davranışlar ile kolektif davranışlar (çoğunlukla kendilerini muhalif siyasetin “gardiyanları” olarak gören sol ve anarşist hareketlerin kolektif davranışları) arasındaki karşıtlık olarak tarif edilen şey genellikle bu diyalektiğin bir sonucudur. Syntagma’ya gelen herkes meclise katılmak için gelmedi. Çoğu sadece bağırmak,öfkesini ve itirazını ifade etmek için geldi. Hatta bazısı vudu müziğinin çağdaş bir versiyonunu sergilemek amacıyla lazer işaretçileri kullandı (Öfkeli olduklarını simgeleyen bir hamleyle lazer ışınlarını metaforik iğneler olarak parlamento binasının “gövdesine” odakladılar).
Kimisi pazar günleri “farklı” bir kamusal alanın havasını solumanın tadını çıkarmak için çocuklarını getirdi. Bu insanları kapsayacak bir ortak kimlik bulmak için çaresizce çabalamak o zaman ciddi bir yanlıştı, hala da yanlış. Bu yanlış, bazen sol içinden katılan aktivistlerin, buraya az çok düzenli olarak gelenlerin güdülerini, pratiklerini ve ifadelerini tamamıyla yanlış anlamasına yol açtı.
Syntagma ve meydanlar deneyiminden kaynaklanan ikilemlerin tarif edilmesi ve yorumlanmasında önemli bir yöntemsel sorun su yüzüne çıkar. Bu fenomenler, eylemler, ifadeler ve dışavurumlarda gizli bir anlam teşhis edilmeli midir? Yorumlama, bu olayların biçimine gömülü olan gizli bir mantığı açığa çıkarma süreci midir?
Yoksa muhalif siyaseti ve eylem halindeki toplulukları yeniden tanımlama ihtimali olan bir süre.le karşılaştığımızda yapmamız gereken şey, toplumsal olayları ve kolektif özneleşme süreçlerini anlamada kullandığımız kategorileri yeniden düşünmek midir?
Bir örnek: Şu ellerinde “kendi” ulusal bayraklarını tutanlar (Syntagma’da, Tunus’ta, Barselona’da ve başka yerlerde) basitçe milliyetçi miydi? Bu açıdan da onları kriz döneminde su yüzüne çıkan tehlikeli bir topluluk olarak mı görmek gerekiyordu? Eğer böyleyse o zaman Syntagma veya Tahrir’in kapalı, dışlayıcı bir milliyetçi dünya haline gelme ihtimali büyük bir tehlike halini alırdı, fakat öyle olmadı. Meydanlarda insanlar ulusal sembolleri milliyetçi bir ifade dilinden ayrışan şekillerde kullandılar. Atina’da bir kişi bayrağı (aslında gerçek anlamıyla) “ülkeyi satanlara” karşı bir tür kalkan olarak “giymişti”. Diğer katılımcılar ortak bir onur zedelenmesine atıfta bulunmak için bayrak salladı: “ayağa kalk”, “uyan”, “buradayız”, İspanyollar meydandaysa, İtalyanlar, Fransızlar vs. de olmalı.
Bir örnek daha: Avrupa meydan hareketinin tamamında hakim olan (kurulan meclislerdeki ve aynı zamanda küçük komisyon veya çalışma gruplarındaki) gerçek veya doğrudan demokrasi hakkındaki uzun tartışmalara dair kanaat edinmenin yollarından biri de kullanılan sözcük ve fikirleri analiz etmekti. Bu tartışmalarda kullanılan şu ya da bu söylemin apolitik, ütopyacı, etkisiz vb. olduğu söylenebilirdi. Öte yandan, sözcükler, eylemler ve ifade biçimleri karşılaştırılmaya da çalışılabilirdi. “Gerçek” veya doğrudan demokrasi meydanlarda çeşitli biçimlerde icra edildi. Gözlemciler ne derse desin, Tahrir Meydanı’na kadınların katılımı müşterek mekanın fiilen bir demokratik mekan olarak yaşanmasıydı. Ayrıca meydandaki insanlar karar alma yöntemlerini tasarlar ve kendilerini polis şiddetine karşı korurken doğrudan eşitlikçi demokrasinin yeni biçimlerini tesis ediyorlardı. Atina’daki böyle tek bir olay –15 Haziran’da insanların kovalandığı, dövüldüğü ve biber gazına maruz bırakıldığı acımasız bir polis müdahalesi–
Syntagma meydanının barışçıl bir şekilde yeniden işgal edilmesine yetti. Sonrasında insanlar meydanı zehirli biber gazı kalıntılarından temizlemek için uzun insan zincirleri oluşturarak elden ele küçük su şişeleri dolaştırdılar. Kolektif icatçılık (ki su eksikliğini gidermek için hayata geçirilmişti) demokratik eşitlikçi bir dayanışmayı ortaya çıkardı.
Bir güçlüğün üstesinden gelebilmek için geliştirilen bu insan zincirleri “gerçek” demokrasiyi eylem içinde yeniden icat eden hareket halindeki bir topluluğu simgesel olarak örneklemektedir. Kimi zaman bu insan zincirleri ya bir zaferi kutlamak (Mübarek’in düşüşünün ilan edilmesinden sonra Tahrir’de olduğu gibi) ya da bir korkuyu savmak (Syntagma’da olduğu gibi; burada polis alanı boğucu gaz kapsülleriyle “bombalarken” insanlar meydanda dans ediyorlardı) için oluşturulan dans eden insan çemberleri halini aldı.
Söylemler, pratikler ve dışavurum biçimleri hareket halindeki eylemler olarak yorumlanabilir ve yorumlanmalıdır. Aralarındaki örtüşme kimi zaman güçlenebilir, ama buradan o eylemlerin ortak zeminini biçimlendiren bir örüntünün önceden var olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Uyuşmazlıklar, muğlaklıklar ve çelişkiler potansiyel bir hareket halindeki topluluğun, yani farklılığını koruyan ama aynı zamanda kendini oluşum halindeki bir müşterek mekanın ortak üreticilerinden biri olarak gören insanlardan müteşekkil bir topluluğun zorunlu unsurlarıdır. Bu insanlar kimlerdir? Hepsini içeren bir toplumsal kimlik var mıdır? Ortak bir ideoloji onları tarif edebilir mi? Eylem kalıpları onların potansiyel kolektif pratiklerine bir sınır çizebilir mi?
Küresel iktisadi-sosyal kriz karşısında ülkelerinin içinde bulunduğu durum ne kadar farklı olursa olsun bu insanları birleştiren şey öyle görünüyor ki iktidarın meşruiyetini kaybettiği hissini toplu halde taşımalarıdır. İnsanlar sayısız ifade icat ederek iktidarla dalga geçtiler, iktidarın sembollerine olan öfkelerini dışa vurdular ve tek tek liderlerle alay ettiler. Mutabakatın derin bir kriz içinde olduğu gösterildi. Hem sahte demokratik mutabakat toplumları hem de açıktan “otokratik” olanlar bugün derin bir meşruiyet krizine girmiş gözüküyor. İsyankar ya da sadece öfkeli ve hayal kırıklığı içindeki insanları kontrol etmenin korku ve devlet teröründen başka yolu kalmadı.
“Biz” ve Mekân-Müşterekleşmesi
Bu isyan meydanlarında kendine has bir “biz” hasıl oldu, muğlak bir “biz” yoğunlaştı ve aynı zamanda u.up gidebildi. Peki, yeni politik öznelerin, daha önceden hesaba katılmayan ama artık rol almayı talep edenlerin ortaya çıkışını bu “biz” mi niteliyor (Ranciere 2010: 32–3)?
Meydanlarda yazılanlardan bazı örneklere bakalım: “Bizler sıradan insanlarız. Biz sizin gibiyiz; her sabah öğrenim görmek, çalışmak veya bir iş bulmak için erken kalkan insanlarız, aileleri ve arkadaşları olan insanlarız. Etrafımızdakilere daha iyi bir gelecek sunmak için her gün sıkı çalışan insanlarız” (Barselona). “Biz, hayatımızı yağmalayan ve biz olmadan karar alanlara karşı öfkeli işsizleriz, .alışanlarız, emeklileriz, öğrencileriz, okul çağındaki çocuklarız, çiftçileriz, göçmenleriz” (Heraklion, Yunanistan). “Herkesi, çalışan insanları, işsiz insanları, genç insanları çağırıyoruz, toplumu Patras’taki St George Meydanı’nı doldurmaya çağırıyoruz. Haydi, yaşamlarımızı geri kazanalım” (Patras, Yunanistan). Ve son olarak: “Şimdiye kadar bizim adımıza ama biz olmadan kararlar alındı. Bizler Syntagma’ya yaşamlarımız ve geleceğimiz için kavga ve mücadele etmeye gelen çalışan insanlarız, işsizleriz, emeklileriz ve gençleriz”. “Biz hiç kimseyiz” (Syntagma Meydanı’ndaki isimsiz bir afiş).
Bu, sıradan insanların “biz”idir, yaşam ve adalet isteyen kapsayıcı bir “biz”dir. İsim takmayan, farklılaştırmayan ve setler çekmeyen bir “bizdir”. Belki de en önemlisi, yönetici elitlerin ve ana-akım medyanın dayatmaya kalkıştığı “ulusal” ya da “kozmopolit” biz ile tam karşıtlık içinde oluşturulan “bizdir”. “Sorumlu biz değiliz, sizsiniz”. “Sizin borçlarınızı ödemek zorunda değiliz”. “Sizin savaşlarınızda dövüşmek
zorunda değiliz” (pasalo hareketi). “Biz siz değiliz”. Ayırdına varılabilir bir dışarıya, geleceği mahvedenlerin hepsini içinde barındıran dışarıya karşı, kırılmalarla dolu ve her dem yeni farklılık düzeneklerine açık çok yönlü bir “biz”, sürekli değişen bir “biz” var.
Peki, bu “biz” çokluğun bizi mi? Çokluğun karakterini heterojen çoğulluk belirliyorsa belki de öyle. Öte yandan kapitalizmin bugünkü aşamasındaki kalabalığı .okluk olarak tarif etmenin arkasındaki mantık, çokluğun biyopolitik üretim çağında üretici insan gücü olarak .ıktığı fikrine dayanır. Hardt ve Negri’ye göre çokluk “müştereğin biyopolitik alanında üreten ve üretilen tekillikler çoğulluğudur” (Hardt ve Negri 2009: 165).
Meydanlarda ve 2010-2012 isyanlarında çokluk kendisini üretici bir güç olarak sunmadı. Üretim sözcüğünü Hardt ve Negri’nin yaptığı gibi neredeyse her insan etkinliğini içerecek esneklikte kul landığımızda bile böyle olmadı. Kapitalizm her tür insan etkinliğinin içinden değer ve kar üretiminin zorunlu dayanağını oluşturan üretici gücü sağmaya .alışır, doğru. Meydandaki insanlar ise üretmekten ziyade yaratıyorlardı. Hardt ve Negri bugün “emeğin ücretli emekle sınırlanamayacağını, bütün genelliği içinde insani yaratıcı kapasitelere işaret etmesi” gerektiğini ısrarla vurguluyorlar (Hardt ve Negri 2005: 105). Virno da “artık İş ve Eylem [poiesis ve praksis] arasındaki ayrım çizgisinin … tamamen kaybolduğuna” (Virno 1996: 190) ve “emeği insan etkinliklerinin geri kalanından ayıran herhangi bir şeyin kalmadığına” inanıyor (Virno 2004:
102). Öte yandan meydanların müşterekleşme deneyimlerinde, yaratıcı eylemin sermaye mantığı tarafından süregelen sıkıştırılmasına karşı çıkan bir hareketi de ayırt etmek mümkündür. Belki de Holloway’in teorileştirdiği gibi, “haysiyet anti-siyaseti” bağlamında “eylemenin” [doing] potansiyel olarak geçici özgürleşmesinden bahsetmek daha uygundur (2010: 245–9). Eylemenin bu kırılgan özgürleşmesi, mevcut toplumsal düzene uymayan kolektif özneler olarak “politik öznelerin” ortaya çıkışıyla doğrudan bağlantılı olabilir. Ranciere’in vurguladığı gibi egemen toplumsal düzen [polis] dağıldığında ve böylelikle de yeniden tanımlandığında siyaset “hasıl olur”. Bu da (elle tutulur olan ya da olmayan) bir şey ürettiği için değil de eyleyen öznelerin zuhur eden öznelliğini oluşturduğu için yaratıcı sayılabilecek eylemler vasıtasıyla gerçekleşebilir: “Siyasal özneleşme süreci … sürekli yeni katılımcılar yaratır” (Ranciere 2010: 59, vurgu bana ait).
Toplum içindeki paylaşma ve karşılaşma biçimleri icra edilirken yaratılmaktadır. Peki, bu biçimlerin egemen kurumlar tarafından yönlendirilmesi ve sömürü mekanizmalarına dönüştürülerek piyasaya mal edilmesi mümkün değil midir? Evet, mümkündür ama sadece ihtimallere bakarak yargıya varılmamalıdır. Bugüne dair bilebildiklerimiz aksine şunu gösteriyor: Müşterekleşme biçimleri, gerek egemen siyasetin temel hedeflerine, gerekse krizi ve aynı zamanda metropolü yönetmeye dönük hegemonik projeye cepheden karşıdır.
Siyaseti yeniden düşünme konusundaki diğer girişimlerle (Agamben’in ve Ranciere’inkiler) birlikte .okluk teorisinin bize sunabileceği fikir, siyasetin zorunlu olarak kolektif özneleşme ile bağlantılı olduğudur. Bu teorilerin yeniden düşünmeye kalkıştığı şey yalnızca siyasal öznenin tanımlanmasındaki değişimlerden ziyade kolektif öznelerin oluşturulma süreçleridir. Agamben gelmekte olan bir topluluğa ait öznellikleri tarif etmek için “herhangi tekillikler” ifadesini kullanır ve Ranciere “payı olmayanların –ki bu ‘dışlanmışlara’ değil kim olursa olsun herhangi birine tekabül eder– payının tescillenmesi olarak demokratik siyasetten” bahseder (Ranciere, 2010: 60, vurgu bana ait). Hardt ve Negri ise .okluğun “oluşturulmasının” farklılıkları yok etmeyen ama tekillikler arasında ortak zemin yaratan bir süreç olduğu konusunda ısrarlıdırlar.
O halde politik özneleşme, kolektif kimliklerin ve bütünleşmiş toplumsal gövdelerin inşasına doğru değil, açık müşterekçi toplulukları yaratan müşterekleşme pratiklerine dayalı eşgüdümün ve etkileşimin yeni biçimlerine doğru hareket eden bir süreç olarak düşünülebilir. Bu teorizasyonlar eşitlikçi ve özgürleştirici toplumsal ilişkinin tasarlanmasını sağlayan kolektif eylem biçimleri hakkında fikirler geliştirmek suretiyle muhtemelen yalnızca gelecekteki farklı bir toplum imkanına işaret edebilirler. Peki, günümüzde bu yeterli midir?
Muhtemelen hayır ve bu yüzden de, günümüzdeki hareketleri anlamamız ve onların eylemlerinden, söylemlerinden, örgütlenme biçimlerinden ders çıkarmamız acil bir zorunluluktur. Bu olayların uzun süre mutlakiyetle yönetilen toplumlarda bile hükümetleri devirmeye muktedir olduğunu artık biliyoruz. Bu olayların insanların kolektif eyleme yeniden dönüşüne işaret ettiğini de biliyoruz. Her ne kadar marjinalleşmiş ve dezavantajlı olanlar meydan işgallerine ya da isyanlara katılmış olsa da, katılımcıların geneli toplumun en dezavantajlıları ve en fazla marjinalleşmişleri olarak kesinlikle tarif edilemez. Diğer yandan meydandaki bütün insanları içerecek net bir ortak iktisadi veya toplumsal tanımlama da söz konusu değildir. Ortak bir adalet yokluğu hissinin yanı sıra iktidarın meşruluğu hususunda yaşanan kriz birleştirmişti insanları. Herkes kendi yaşamından bu yaygın adaletsizliğin varlığını doğrulayan deneyimler çıkarabiliyordu. Tunus’taki isyanda bu his ülkeyi uzun yıllardır yöneten yozlaşmış bir aileye yönelik kalkışmada ifadesini buldu. Aralık 2008’deki Atina isyanında gençlerin eylemleri baştan başa bu hisle doluydu. Zira, gençliği düşmanlık ve hayal kırıklıklarıyla dolu önceden belirlenmiş bir geleceğe hapseden hakim uygulama, politika ve ideolojilerin hepsi tek bir hadisede, bir çocuğun polis tarafından öldürülmesinde yoğunlaşmıştı. Meydanlarda bu his (kemer sıkma politikalarıyla dayatılan ya da daha çok hızlandırılan) ekonomik adaletsizliğin herkesçe görülmesi biçimini aldı. 2011’deki Birleşik Krallık isyanlarının arkasında da muhtemelen aynı his vardı.
Tüm bu hadiseler hareket halindeki toplumları işaret ediyor ve burada söz konusu olan hareket de kendi çıkarlarının peşindeki farklı gruplar tarafından ifade edilen tekil taleplerin bir toplamı olmanın ötesine geçiyor. Kolektif doğaçlama ve kolektif icatçılık pratikleri içlerinde insanların öfkelerini ve ihtiyaçlarını ifade etmekle kalmadıkları aynı zamanda müşterekte-yaşamın biçimlerini geliştirdikleri müşterek mekanlar yaratılıyor. Evet, bu biçimlerin kırılgan, akıbeti belirsiz, çoğunlukla kısa süreli ve ideolojik önermeler ve değerler açısından kimi zaman çelişkili olabileceği doğru. Ancak, müşterek mekanların bu kolektif ve fiili üretimi, muhalif siyaseti yeniden icat ediyor ve egemen toplumsal rollerin sınırlarının ötesine geçen pratiklere yeni biçimler veriyor. Mekan müşterekleşmesi pratikleri, Holloway’in dilini kullanacak olursak, “eylemenin hareketini” yeniden kazanıyor ve “ölü olan eylemeyi” “bir kimlik içinde, bir rol veya karakter maskesi çerçevesinde” varolmaya zorlayan egemen sınıflandırmalara karşı koyuyor (Holloway 2002: 63).
Paylaşım ve dayanışma birer değer veya ideolojik olarak dayatılmış mecburiyet olarak öne sürülmez, daha ziyade pratik içinde, pratik sorunları çözme ve protesto eylemlerini kolektif olarak örgütleme süreci içinde deneyimlenir. Böyle bir bağlamda devlet saldırısına karşı savunma örgütlemeye destek olan dayanışma ile işgal edilmiş meydanlardaki çöpleri toplamada ifade bulan dayanışma arasında fark yoktur. Dayanışma sadece insanları devlet güçleriyle çatışırken destekleyen bir güç değildir. Dayanışma yaratıcı bir güç olmuştur ve olmayı sürdürmektedir. Chomsky’nin sözleriyle “İşgal Et hareketinin en heyecan verici yönü her yeri saran birlikteliklerin, bağların, bağlantıların ve ağların inşasıdır” (Chomsky 2012: 45).
Bir kriz döneminde bunun sadece etik anlamda iyi hissettirici değil aynı zamanda etkili olduğu ortaya çıkar. İnsanlar kriz karşısında hayatta kalabilmenin yollarını tasarlamaya, icat etmeye ve keşfetmeye zorlanırlar. Meydanlar deneyimi vasıtasıyla da kolektif biçimde icat etme pratikleri bir toplumsal deney biçimini kazanır. Egemen kentsel yönetişim modeline karşı koyabilecek en acil ve en umut vaat eden görev müşterek mekanların yeniden icadıdır.
Müşterek diyarı, devletin kontrolündeki “resmen tanınmış” kamusal mekanla sürekli bir karşı karşıya gelme hali içinde ortaya çıkar. Argentinazo isyanı üzerine kapsamlı çalışmaları olan Marina Strin, İşgal Et hareketinin benimsediği stratejiler üzerine yaptığı yorumda şunu söyler: “Bizim referans noktamız, birbirimiz ve doğrudan demokratik mekanların yaratımı olmaya devam etmeli, fakat kendi gündemimizi sürdürürken aynı zamanda kurumsal iktidarın meselelerini de müzakere etmenin yollarını bulmalıyız” (Sitrin 2012: 7).
Öte yandan bu düzeydeki müzakereler, bir müşterekleşme hareketi içinde ve onun vasıtasıyla ortaya çıkabilecek herhangi türde bir iktidar yoğunlaşmasını engellemeye yönelik açık müşterekleşme kurumlarının gelişimine fazlasıyla bağlıdır. Araçlar amaçlarla uyumlu olmalıdır; eşitlikçi bir paylaşım toplumuna erişmek amacıyla verilen mücadelenin eşitsizlik biçimlerini ve içe kapanmayı benimseyerek başarılı olabileceği fantezisine kapılmamak gerekir. Ortak dünyalarımız ve paylaştığımız pratikler hiyerarşik iş görmenin ve kontrole tabi bölüşümün egemen biçimleriyle sürekli bir mücadele halinde şekillendiği müddetçe (kimi zaman olanaksız görünse de) böyle bir eşitlikçi topluma doğru yaklaşabiliriz.
Meydanlar hareketinin gösterdiği gibi müşterek mekanların yaratılması muhtemelen çelişkilerle dolu ve öngörülmesi çok zor bir süreçtir; fakat bu süre. kapitalizmi ve tahakkümü aşmaya yönelik herhangi bir çaba için mutlak anlamda zorunludur. Hareket halindeki topluluklar tarafından örülen müşterek diyarında insanlar hayallerini ve ihtiyaçlarını kıyaslayacak, dayanışmayı yeniden keşfedecek ve egemen politikalar tarafından dayatılan tahripkar bireyselleşmeyle savaşacak bir alan bulur. Adalet ve haysiyete yönelik çoğul ve muhtelif taleplerin ardında kolektif özgürleşmeye giden yeni yollar sınanmakta ve icat edilmektedir. Zapatistalar’ın da dediği gibi bu yolları ancak yürüyerek yaratabiliriz, fakat yürümekte olan hareketi dinlememiz, gözlememiz ve hissetmemiz şarttır.