Enformelliğin Sınırları Değişirken Kent Hakkı
Julia Strutz – Erbatur Çavuşoğlu *
Giriş
İstanbul’un son altmış senelik tarihi bir anlamda devletin enformellikle mücadelesinin çelişkili hikâyesidir. Bir yandan büyüme, kalkınma, modernleşme tahayyülleri diğer yandan bu süreci olabildiğince düşük maliyetlerle başarma zorunluluğu formel ile enformel arasındaki belirsiz çizgiyi daha da muğlaklaştırır. Bir yandan ulusal kalkınmanın motoru olarak görülüp kamu ve özel yatırımlarının büyük bölümünü alan İstanbul yoğun göçle birlikte nüfus ve alan olarak hızla büyür. Diğer taraftan “güzel şehir” yapılmaya çalışılan kentte, “pislik” yaratan şehiriçi sanayi ve perakende mağazalardan başlayarak, konut yapılarına ve kamusal alanlara, çiçek satıcıları ve minibüslere kadar “temizleme” odaklı politikalar uygulanır.
Bu süreçte açıkça enformel olarak gözükenin, yani devlet kontrolünden çıkanın, tarihsel bir bakışla bir dönemin arzulanan ve cesaretlendirilen politikaları ve gerçekleri olduğu görülebilir: Örneğin kitlesel göçe ilişkin barınma sorunlarının gecekondu gibi enformel bir konut biçimi ile çözülmesi, ucuza kentleşme ve sanayileşme sürecini sağlamış ve sermaye birikimini olanaklı kılmıştır. “Enformel etkinliklerde bulunanlar sık sık taciz edilseler de, enformel sektör bir bütün olarak hükümetin hoşgörüsüne bağlı bir himayecilik altında gelişme eğilimindedir. Hükümetler potansiyel toplumsal çelişkileri çözmek ya da siyasi patronajı desteklemek üzere enformel ekonomik etkinlikleri hoş görebilir hatta teşvik edebilirler” (Castells/Portes, 1989: 27). Bugün ise bu tür bir enformellik kesin bir dille reddedilmektedir. Zira, enformellik değişmeyen bir durum ya da nesne değil bir süreçtir, neyin enformel neyin formel olduğu da zaman içinde ve bağlama göre değişir (Castells/Portes, 1989: 11). Enformelliğin tanımı bizzat bir mücadele alanıdır.
Bu mücadele alanını daha net anlamaya çalışırken, İstanbul’daki formelleştirme çabalarının yeni eşitsizlikler yarattığı da görülebilir. 80’lerden itibaren yaşanan ve özellikle 2000’lerle birlikte hız kazanan formelleştirme hareketleri Kent Hakkı’na cepheden bir saldırıdır. İstanbul’un sakinlerinin büyük bir kısmının kent merkezini kullanımını ve kent yaşamını kısıtlayan bu formelleşme eğiliminin, aslında bir çok farklı alanda formel ve enformelin arasındaki sınırların ve tanımların değişmesinin bir sonucu olduğu anlaşılıyor.
Bu makalede kısa bir formel/enformel ekonomi tartışması yaptıktan sonra, İstanbul’un formelleştirme çabalarına odaklanarak bir tablo çizilecek ve bu tablo Kent Hakkı bağlamında değerlendirilecektir. Makalenin ikinci bölümde barınma, çalışma, sosyal güvence ve sağlık, eğitim, kentsel hizmetler, kültür, eğlence ve tüketim ile afet ve risk alanlarındaki Kent Hakkı’nı kısıtlayan gelişmeleri ve formelleştirme süreçlerini değerlendirip bu süreçlere karşı çıkan çoğul mücadelelerden bahsedeceğiz. Kent Hakkı’nı siperden sipere yürütülen mücadelelerin eklemlenmesine bağlı olarak tanımlayacak ve tüm bu mücadelelerin bütünleştiği tek ve bütünsel bir Kent Hakkı’ndan söz edeceğiz.
1980’lerden sonra batı Avrupa ve ABD’de enformel ekonominin yeniden konuşulmaya başlamasının sebebi enformellik ve formellik arasındaki sınırların neoliberal hegemonya tarafından yeniden belirlenmesidir.
Çeşitli formelleşme süreçlerine koşut olarak kimi formelliklerin de enformelleştiği görülmektedir. 2. Dünya savaşı sonrası sosyal devlet politikaları herkes için güvenceli işi olanaklı kılan bir çalışma ekonomisi mantığı üzerine kuruluyken, 1980 sonrasının neoliberal hegemonyasında güvencesiz çalışma sıradanlaşıp yaygınlaşmıştır. Bu açıdan aslında enformelliğin azalmayıp arttığı ileri sürülebilir. Örneğin, bugün Silikon Vadisi çalışanlarına yeni iş ekonomisi adı altında kısa süreli, rekabetçi, güvencesizleştirilmiş ve zor çalışma koşulları dayatılmaktadır, oysa bu çalışma koşulları 1960’ların kavrayışıyla enformel olarak tanımlanırdı. Zira formel ve enformel ekonomi her zaman birbirlerine bağlıdır, onun normları ve sınırları sosyal ve siyasi müzakere sürecin bir sonucudur (Altvater/Mahnkopf, 2002: 31).
Ustayı lonca sisteminden çıkarıp işçileştiren erken kapitalizm, neoliberal dönemde de kafa ve kol emekçilerinin tümünü emeğini satmak üzere acımasız bir rekabete sürüklemektedir. Sosyal refah devleti politikaları çalışma hayatına ilişkin sağlık sigortası, işsizlik sigortası, sendika üyelik hakkı, grev hakkı, vergi iadesi, kontratlı, maaş garantili, belirli saatler dâhilinde çalışma gibi güvenceler ve kurumsallıklar yaratırken bir yandan da sistemin devamlılığını sağlayacak ve onu yeniden üretecek verimli, üretken ve sürdürülebilir bir emekçi havuzu yaratmıştır. Bugün bütün dünyada bu formel çalışma ekonomisinin giderek enformelleştiğine, çalışma koşullarının taşeronlaşıp, güvencesizleştiğine şahit oluyoruz. Sanayi devrimini 19. yüzyılda yaşayan ve nüfusunun çoğunu bu yeni formel sisteme sokan ülkelerin yanı sıra, aynı şekilde evrensel haklara sahip eşit vatandaş yaratma sürecini yaşamayan ve enformel sektörü aslında formel sektörden daha büyük olan ülkeler de vardır.
Geç gelişen ülkelerde nüfusun büyük çoğunluğunun barınma, çalışma koşulları ve gündelik hayatı sürdürme pratikleri zaten enformel süreçler tarafından belirlenmektedir. Kimin formel, kimin enformel bir iş yaptığı da çoğu kez eşitsizliğin bir ölçüsüdür: herkesin evrensel haklara sahip olmadığı bir durumda, namuslu vatandaş olarak sayılan insanlar formel bir işte ve sadece bu formel işi yaparak, formel bir konutta yaşarak hayatlarını sürdürebilir ve formel siyasi haklarını kullanarak sivil topluma katılırlar. Fakat, Partha Chatterjee’nin sözleriyle, ötekileştirilmiş halk yığınları bu evrensel ve eşit vatandaşlık haklarına sahip olmadıkları için ne iş ve konut bulmada ne de siyasi katılımda formel yolları ve sivil toplum kanallarını kullanabilirler (Chatterjee, 2004: 33). Hayatlarını sürdürmek için formel geçinme yasalarına aykırı olarak ya da onları değiştirerek var olmak zorunda kalırlar.
Az çok benzeyen bir süreçten geçen Türkiye örneği de gösteriyor ki bir yandan geç gelişme ve geç kapitalistleşme koşullarında daha denetlenebilir bir ekonomi ve toplum için çeşitli formelleştirme süreçlerini yaşanırken, bir yandan da küresel neoliberal politikaların etkisiyle enformelleşme süreçleri gerçekleşir ve çeşitli melezlikler üretilir. İstanbul’da bugünlerde eşzamanlı bir formelleşme ve enformelleşme süreci yaşanıyor olması bu yüzdendir.
Formelleşme ve enformelleşme tartışmalarında sınırın nasıl çizildiği kadar kim için sorusu da anlamlıdır. Devlet ya da piyasa odaklı formelleştirme ya da enformelleştirme girişimleri neoliberal bir dünyada çoğu kez toplumun dezavantajlı kesimlerinin, ötekilerin aleyhine sonuç vermektedir.
Modernleşme, Kapitalistleşme, Küreselleşme Süreçlerinde İstanbul
20. yüzyılın son çeyreğinde Türkiye neoliberalizm ile bütünleşmeye kararlı adımlar atarken bu sürecin amiral gemisi bizzat İstanbul kentiydi (Keyder, 1993). 1980 sonrasındaki tüm merkezi ve yerel iktidarların uzlaştığı temel strateji İstanbul’u bir dünya kenti/küresel kent olarak düzenlemek ve ulusal kalkınmacılığı İstanbul aracılığıyla gerçekleştirmek oldu (Bora, 1997).
Osmanlı’nın son döneminde modernleşme ve kapitalistleşme sürecine girmiş olan İstanbul, Cumhuriyetin ilk döneminde unutulan, cezalandırılan ve küçülen bir kent haline gelmiş, ancak 2. dünya savaşı sonrasında yeniden nüfus ve alan olarak büyümeye başlamış ve giderek azman bir sanayi kentine dönüşmüştü (Güvenç, 1993). 1980 sonrasında gerek neoliberal politikalara daha açık bir iklimin etkisiyle gerekse Beyrut’un boşalttığı bölgesel role aday olmasıyla İstanbul, büyük sermaye yatırımları açısından cazip bir kent haline gelmişti. Depremler, yangınlar, salgınlar, kentsel operasyonlar ile sürekli yıkılıp yeniden yapılmaya alışık olan kent yeniden dev bir şantiyeye dönerken yıldızlı oteller, alışveriş merkezi, lüks konut ve ofis projelerinin sayısı talebin de üzerinde bir spekülatif arz meydana getirdi. Kent küresel yatırımcı ve turistler için bilindik formüllerle yeniden üretilirken kenti kurmuş olan emek artık istenmeyen bir yük haline gelmekteydi.
2000’li yıllarla birlikte girilen bu kararlı küreselleşme dönemi yeni bir kent, yeni bir kullanıcı profili ve yeni bir sınıfsal harita öngörüyordu: Modernleşme, kapitalistleşme ve kürselleşme süreçlerinin yoğunlaştırılması için kenti var etmiş ve en kılcal dokularına dek sinmiş olan enformelliğin formelleştirilmesi, sermaye lehine denetlenebilir ve riskten olabildiğince arındırılmış hale getirilmesi gerekmekteydi.
1950-1980 dönemi kentleşme süreçlerini temsil eden üçlü kavram seti “gecekondulu, dolmuşlu, işportalı kent” ulusal bir metropol olarak var eden enformel süreçleri özetliyordu. Küresel bir kent olmak için ise konut, çalışma ve ulaşım gibi temel sektörlerin denetlenmesi ve formelleştirilmesi gerekiyordu. Kuşkusuz formelleştirme sadece fiziksel ve hukuki bir süreç değildir. Toplumsal ilişkilerin her düzeyine damga vurmuş olan patronaj, himayecilik, dayanışma ve kayırma ilişkileri dönüştürülmeden formelleştirme de bütünüyle gerçekleşemeyecektir.
1980’lerle birlikte Türkiye’de de formellik enformellik ekseninde kaymalar görülmektedir. Örneğin konut piyasasının formelleştirilmesine yönelik girişimlerin yanı sıra bu formelleştirilmiş konutları talep edebilecek toplum kesimlerinin sosyal haklarının budandığı ve bu konutların tüketicisi olabilecek ekonomik koşullara erişemedikleri görülür. Bu tür süreçler çeşitli melezlikler üretmiştir. Formel ve enformel iç içe geçerken, birbirinin anlamını karşılıklı olarak yeniden üretmiş ve muğlaklaştırmıştır. Örneğin gecekondu ile temsil edilen enformel konut yapıları gözden düşerken, modern ve küresel tahayyüllerle inşa edilmiş olan bir rezidansın da imar planına aykırı bir inşaat müsaadesi almış olması, çeşitli kurnazlıklarla daha az vergilendirilmiş olması, inşa sürecinde yoğun taşeronlaşma ve sigortasız emek kullanımı gibi denetimsiz/enformel süreçler göz ardı edilebilmektedir. Eşzamanlı olarak, 80’lerle birlikte formel bir işte, maaşlı çalışanların reel ücretlerinin, örneğin memurların gelirlerinin yarı yarıya azaldığı, 80’lere kadar formellik içinde yaşayan orta sınıfın, geçinmek için ek işler yapmak zorunda kaldığı, örneğin öğretmenlerin mesai saatleri sonrasında özel dersler vermesi, memurların işportacılık yapması gibi durumlar gözlenmiştir (Odman 2000). Bu örneklerde görüldüğü gibi formellik ve enformellik ilişkisi, ekonomiyi ve toplumsal hayatı değiştirirken aslında birbirini yeniden üreten diyalektik bir ilişki içindedir.
İstanbul’un yeni küresel tahayyüle uygun olarak modernleşme, kapitalistleşme ve küreselleşme vizyonuna koşut bir formelleşme sürecine girdiği söylenebilirse de neyin formel neyin enformel olduğu son derece tartışmaya açık haldedir. Sanıyoruz ki enformelliğin biçim ve ölçek değiştirerek kentin sermaye lehine denetlenebilir süreçlere doğru yönlendirildiğini ileri sürmek yaşanan süreçleri daha iyi açıklamaktadır.
Toplumsal hayatın kapitalistleşmeyle birlikte nitelik değişikliklerini inceleyen Ritzer, McDonalds’ı var eden ilkelerin kapitalistleşen toplumlarda yaygınlaştığını ileri sürmektedir (1998). Gerçekten de rasyonel bir kapitalizm için gereken “verimlilik”, “hesaplanabiliriik”, “öngörülebilirlik” ve “denetim” ilkeleri İstanbul için de politik tercihler haline geliyor. İstanbul’da her gün kentin değişim değeri kullanım değerine karşı yeni bir zafer kazanıyor. İşte bu değişimleri Kent Hakkı kavramı aracılığıyla düşünmek ya da Kent Hakkı’nın bu formelleşme sürecinden nasıl etkilendiğini düşünmek kentsel süreçleri yorumlamada yeni ufuklar açabilir.
Kent Hakkı’ndan Ne Anlıyoruz?
Kent Hakkı başlığı altında birçok farklı anlayışlar, tartışmalar, sosyal hareketler ve mücadeleler toplanılıyor. Kent Hakkı’nı tanımlamaya çalışan tüm yaklaşımlar ister liberal isterse radikal olsun, kentleri değişim değeri üzerinden değerlendiren anlayışa karşı kullanım değerini ön plana alan daha insani bir kent tahayyülü kurmaktadır. Harveyci bir ele alışla Kent Hakkı total bir haklar manzumesi, kentte yaşan herkes için bir kentsellik hakkı olarak tanımlanabilir. Bu hakkın çerçevesini de kullanım değeri oluşturuyor elbette. Kentsel süreçlerin insancıllaştırılması, kentin sermayenin kar mantığına göre değil insan için, kentlilerin refahı için düzenlenmesi, kent ve kentleşme süreçlerini kentliler lehine belirleme yönündeki politik seçimlerin anahtar sloganıdır Kent Hakkı. Eşitlik, Adalet ve Özgürlük gibi evrensel hak ve talepleri somutlaştırmak üzere talepler ve pratiklerdir Kent Hakkı. Bu anlamda ütopik olduğu kadar reeldir de. Özellikle (yoksullar, mülteciler, sakatlar, eşcinseller gibi) ötekileştirilmişlere de dikkat çeker, çünkü herkes içindir, bireysel değil ortak, kolektif bir taleptir, çoğunluğun değil herkesin haklarına atıf yapar (Harvey, 2009).
Ancak, bu ele alış örneğin de Souza için yeterince radikal değildir, hatta Lefevbre’i basitleştirip evcilleştiren, devletçi merkeziyetçi ve hiyerarşik bir ele alıştır. Lefebvre’in ütopik devrimciliğini romantizm olarak algılayan ve kapitalist bir sistem içinde yapılabilecekleri rasyonel şekilde değerlendiren, “Mümkün olduğunca sosyal adalet ve çevre koruma elbette, ama lütfen gerçekçi olalım, ütopya devri kapandı artık” diyen ufuksuz bir mıntıka siyasetidir. De Souza’ya göre Kent Hakkı “Kapitalist kent ve kapitalist toplum bağlamında ve iyileştirilip geliştirilmiş temsili demokrasi temelinde daha iyi, daha insani bir yaşam hakkı”ndan ibaret olmamalıdır. Nitekim Lefebvre temsili demokrasiden değil özyönetimden söz etmektedir. De Souza’run sözünü ettiği ve yozlaştırılmamış Lefebvre’ci Kent Hakkı kavramı, sistem içinde bir mücadele veren ve sistemin içinde görece kazanımlarla yetinen bir mücadeleden ziyade, devlete rağmen ve devlete karşı bir genel bir siyaseti temsil etmektedir (de Souza, 2009).
Bu makalede Kent Hakkı’nı kısıtlayan neoliberal politika ve uygulamalara karşı direnişleri Gramscici bir okumayla siper savaşları olarak görüyor, bu tekil mücadelelerin tümüne saygı duyuyor ve devrimin siperden sipere yürütülen ancak total bir mücadele ile mümkün olduğunu akılda tutuyoruz. Bu anlamda Kent Hakkı total, çoğul, bütünsel ve parçalanamaz bir haktır. Nasıl ki insan hakları kısmileştirilemez, parçalara ayrılamaz; Kent Hakkı da aynı şekilde bütünsel bir haktır, ya vardır ya da yoktur. Kapitalist bir sistem içinde, kapitalist bir kentte Kent Hakkı mücadelesi verilebilir mi sorusuna cevabımız evet; Kent Hakkı gerçekleştiğinde ortaya çıkan kentin, kullanım değerinin değişim değerine üstün geldiği, metalaşmamış mekânlardan oluşan bir yer olacağı düşünülürse Kent Hakkı mücadelesinin çetin ve ütopik bir mücadele olduğunu da kabul ediyoruz.
Enformellikten Formelliğe Geçişin Sancıları: Kent Haklarının Kısıtlanması
Modernleşme, kapitalisfleşme ve küreselleşme süreçlerine koşut radikal değişimler geçiren bir kentte kullanım ile değişim değeri arasındaki mücadelenin izni sürmek için çeşitli sektörlerde meydana gelen değişikliklere odaklanmak durumundayız. Bu süreçlerin kentin fizik mekânında ve toplumsal hayatta radikal dönüşümler getirdiğini ve Kent Hakkı ‘na yönelik önemli kısıtlamaların ortaya çıktığını ileri sürmek mümkün. İMP tarafından hazırlanan 15.06.2009 tarihli, 1/100.000 ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı Raporunun amaç maddesi ve içeriği kenti küresel düşlerine ulaştırmak için hazırlandığını gösteriyor. Nitekim amaç bölümünde “İstanbul Çevre Düzeni Planı ile İstanbul’un kapsamlı bir yapısal dönüşüm sürecinden geçerek küresel ölçekte güçlenmiş bir kent olması amaçlanmaktadır” denilmektedir (ÇDP Raporu, 2009). Planın amacı enformel biçimde gelişmiş, dolmuş, işporta, gecekondu imgeleriyle anılan bir zamanların azman sanayi kentini, sanayisizleştirip formelleştirerek hizmetler sektörüne dayalı küresel bir kent yapmaktır.
Planda mevcut nüfus artışının devam etmesi halinde, 2023 yılında İstanbul İli nüfusunun 22-25 milyon olarak hesaplandığı, ancak plan hedef nüfusunun 16 milyon kişi olacağı, doğuda Düzce ve Bilecik, batıda Tekirdağ yönüne doğru sanayinin desantralizasyonu sonucu bu hedefin gerçekleştirileceği, belirlenen 16 milyon nüfusun 10 ayrı alt bölgeye sektörel beklentilere uygun olarak dağıtılacağı söylenmektedir ki bu hizmet sektörü dışındaki emekçilerin İstanbul’da barınamayacağı anlamına gelmektedir.
Tablol: İstanbul’da 2007 Yılı Nüfusu, Toplam işgücü ve 2023 Önerisi
Mevcut | Hedef | |
Nüfus | 12.500.000 | 16.000.000 |
İşgücü | 3.471.400 | 5.600.000 |
Kaynak: 1/100.000 Ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı Raporu
Barınma
Bütün yerleşmeler için öncelikli hak ve ihtiyaç olan barınma konusu İstanbul’ da önemli bir sorun alanı teşkil ediyor. Kentteki konut stoğunun büyük bölümünün depreme dayanıksız şekilde üretildiği ya da ekonomik ömrünü tamamlamış olduğu biliniyor. Kent, kullanıcılarının büyük bölümüne güvenli bir barınma imkânı sunmadığı gibi, bu sorunu bahane eden bir inşaat fetişizmi var olan yapı stoğunu iyileştirmek ve güçlendirmek yerine kenti yıkıp yeniden yapmaya talip olmaktadır (Çavuşoğlu, 2011). İstanbul’da planlanmamış ve denetlenmemiş konut alanlarında yaşayan büyük çoğunluğun barınma hakkı deprem ya da iktidarın yıkıcılık tehdidi altında huzursuz günler geçirmekte, birçok yerleşme kentsel dönüşüm bahanesiyle değişim değeri maksimize edilmek üzere projelendirilmektedir. Kentin sosyal haritası arazi fiyatlarına göre belirlenirken, ayrışma ve eşitsizlikler de harita üzerinden okunabilir hale gelmektedir.
Sulukule, Süleymaniye, Tarlabaşı gibi çöküntü alanına çevrilmiş mahallelerin sakinlerinin yanı sıra gecekondu alanlarının sakinleri de yerinden edilmektedir. Öte yandan kredili borçlanma ile konut sahibi olan kesimleri ise ABD’dekine benzer bir mortgage krizi bekliyor olma ihtimali de son derece yüksektir. Nitekim örneğin Sulukule projesi nedeniyle yerinden edilen ve Taşoluk’taki TOKİ konutlarında borçlandırılarak ev sahibi yapılmak istenen 327 hanenin sadece birkaç tanesinin bu imkâna ulaşabildiği, diğerlerinin yine marjinal barınma koşullarına döndüğü görülmektedir. Bu ve bir çok örnek daha gösteriyor ki, bu barınma politikası güvencesiz ve enformel bir konutta yaşayan insanların hayatlarını iyileştirme ile ilgili değildir. Bu politikanın amacı, enformel gelişmiş alanları ödeme gücü olan yeni kullanıcılar için düzenlemek ve devlete gelir sağlayacak şekilde yeniden üretmektir.
Çalışma
Küresel kapitalizme ilişkin iş ve işsizlik sorunlarının tümü Türkiye ve İstanbul’da gözlemlenebilir: İşsizliğin yanı sıra işe erişmede aşırı ve haksız rekabet, iş sahibi olanlar içinse güvencesiz çalışma koşulları, çalışan yoksul kategorisinin yaygınlaşması gibi küreselleşmenin karanlık yüzleri izlenebilir. Ancak çalışma hayatına yönelik iki genel eğilim daha İstanbul’da dikkat çekmektedir. İstanbul’un temel kentsel karakteristiklerinden biri olan sokak satıcıları kapitalistleşme ve modernleşme süreçlerinde hızla ortadan kaybolmakta, satıcı için ek gelir, tüketici için kalitesiz de olsa erişebilir ve ödenebilir mal ve hizmet anlamına gelen bu etkinlik yok olmaktadır. Sokak satıcıları için de bir standardizasyon, hijyenikleştirme ve formelleştirme girişimi vardır. Simitçilerden, kestanecilere ve çiçekçilere kadar çeşitli sokak satıcıları ya yasaklanmakta ya da standart paket hizmetler olarak sunulmaktadır.
İkinci eğilim ise kentin küreselleştirilmesine koşut gelişen sektörel dönüşüm taleplerinin birçok çalışanı işe yaramaz ve niteliksiz hale getirmesidir. Sanayisizleşme sürecindeki İstanbul’un sanayi işçilerini söz konusu sektöre dönüşüme hazırlayan bir mesleki eğitim desteği olmaması sebebiyle kitlesel işsizlik riskleri ortaya çıkmaktadır. Yine 2000’lerle birlikte çıkarılan mali disiplin yasaları kapsamında enformel ticaretlerin vergilendirilmesine ilişkin önlemler birçok küçük ve orta girişimcinin kâr oranlarını ciddi biçimde düşürdüğünden küçük esnafın ticari başarısızlığı yaygınlaşmış, birçok sektörde tekelleşme gözlenmeye başlamıştır. Bir yandan tekstil, mobilya, ev eşyası gibi pek çok sektörde ucuz işgücüne dayanana ülkelerin mallarıyla rekabet etme stratejileri çalışanların taşeronlaşması ve haklarının ihlalleriyle sonuçlanırken, diğer yandan otomasyonun yanı sıra sektörel dönüşüm, birçok emekçiyi vasıfsız işçiler durumuna getirmektedir.
İstanbul Çevre Düzeni Planı’na göre 2000 yılı itibariyle, %32’si sanayi, %60’ı hizmet ve %8’i de tarım olarak görülen istihdam yapısının, %70 hizmet, %25 sanayi ve %5 tarım olarak değişmesi hedeflenmiştir.
Tablo 2: İstanbul’da 2000 Yılı Sektörel Dağılım ve 2023 Önerisi
Kaynak: 1/100.000 Ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı Raporu
Yapılan bölge senaryosunda İstanbul’un hizmet ve karar üreten kent olması, Tekirdağ, Kocaeli, Sakarya, Bursa ve Bilecik’in sanayi, Kırklareli, Edirne, Balıkesir ve Çanakkale’nin tarıma dayalı sanayi kentleri olması hedeflenmiş, nüfusun da bu sektörel senaryoya göre şekilleneceği varsayılmıştır. Küreselleştirme planlarının, İstanbul’u azman sanayi kentinden kültür ve turizm odaklı bölgesel bir küresel merkeze dönüştürmek istediği, buna uygun olarak yeni bir kullanıcı profili talep ettiği, bu nedenle kent içinde önemli yer değiştirmeler ve mülkiyet el değiştirmeleri yaşanacağı şimdiden görülebiliyor.
Plan raporunda “İstanbul’un küresel platformda rekabet üstünlüğü sağlaması amacıyla bir dönüşümü gerçekleştirmesi, mevcut sektörel yapısını değiştirmesi gerekmektedir” (ÇDP Raporu, 2009: 565) denilmekte ve “Plan’in donanımlı, motive edilmiş, yoğun ve yüksek verimliliği olan işgücünün geliştirilmesi yaklaşımı doğrultusunda; İstanbul’un imalat kökenli kayıtlı ve kayıt dışı istihdam yapısının kapsamlı bir program dâhilinde ve kademeli olarak hizmetler sektörüne dönüştürülmesi; bilgi temelli ekonomik yapıya geçişi destekleyecek teknoloji geliştirme alanlarının ve üniversitelerin kentte yer seçmesi” kararlarının verildiği ifade edilmektedir (ÇDP Raporu, 2009: 569). Raporda yine “İstanbul için belirlenen vizyonla uyuşmayan sanayi sektörlerinin İstanbul’dan desantralize edilmesi, aynı zamanda 1 sanayi işgücünün 10 nüfus çektiği gerçeğinden hareketle İstanbul’un nüfus artışını kontrol etmeye yönelik nüfus politikalarını da desteklemektedir.” (ÇDP Raporu, 2009: 573) denilerek sanayisizleşmeye dayalı bir nüfus kontrolü umudu dile getirilmektedir. Nüfusun bu sektörel dönüşümüne ilişkin daha detaylı bir bilgi bulunmamakla beraber, genel beklentiyi İstanbul’u yeni küresel sakinlere sahip bir dünya kenti olarak kuran siyasi söylem analizinde bulmak mümkün görünüyor.
Sosyal Güvence ve Sağlık
Sosyal refah devleti uygulamalarında görülen temel sosyal güvenceler Türkiye örneğinde yeterince kurumsallaşmamıştır. Kapsamı dar ve yetersiz, erişimi bürokratiktir. Gelişmiş demokrasilerde gündeme gelen vatandaşlık geliri gibi bir uygulama söz konusu bile değildir. İşsizlik sigortası toplumun küçük bir kesimi için kısmi bir destek olmaktan ileri gidememektedir. Özel ya da devlet kaynaklı sosyal güvence hak olarak görülmek bir yana ciddi bir ayrıcalık ve lüks olarak algılanmaktadır. Bu eşitsizlik biçimi elbette toplumdaki diğer eşitsizlik biçimleriyle kolaylıkla iç içe geçmektedir: Mülteciler, etnik azınlıklar, kadınlar, eşcinseller gibi ötekileştirilmiş gruplar sosyal güvence şemsiyesinin altına girme ihtimali en düşük kesimi oluşturmaktadır. Üstelik bu şemsiyenin altında olanlar için bile ciddi bir güvenceden söz etmek güçtür. Bu nedenle ekonomik şartlarını zorlayabilenler özel güvence imkânlarına yönelmektedir. Enformelliğin başkenti olan İstanbul’da sosyal güvence konusu da Kent Hakkı içinde önemli bir mücadele alanı olarak görülebilir. Nitekim Yeni Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı üzerinde yürütülen tartışma sağlık hizmetlerinin ticarileştirilmemesi üzerine ciddi bir mücadele olacağını düşündürüyor.
Her ne kadar sosyal refah devletinin kurumsallaşma sorunlarından bahsetsek de, Türkiye’de sağlık konusunda niteliği düşük olsa bile yaygın bir hizmet bulunduğu söylenebilir. Ancak sağlık hizmetlerinin özelleşmesi bağlamında yeni eşitsizliklerin üretildiği ve parası olanın nitelikli sağlık hizmetine kavuştuğu, yoksulların ise zor ve yetersiz koşullara mahkûm olduğu görülmektedir. Sağlığın metalaşması ve ticarileşmesine koşut olarak sağlık hizmetleri özelleşirken, birçok kamu sağlığı merkezinin hizmet kalitesinin düştüğü, merkezi ve erişebilir konumda olanların da özelleştirildiği, böylelikle geniş toplum kesimlerinin marjinalize edildiği, sağlık çalışanlarının taşeronlaştırıldığı görülmektedir. Sağlık bir haktan ziyade “ödeyen alır” mantığında piyasaya sürülmüş bir ürün halindedir.
Eğitim
Sağlık konusundaki eğilimlerin benzerleri eğitim için de geçerlidir. Türkiye’de eğitim hakkı herkesin özgürce yararlanabildiği bir imkân olmadığı gibi ayrıcalıklı eğitim olanaklarından faydalanmayanlar için iş ve gelecek garantisi yok gibidir. 1980 sonrasında eğitimin özelleşmesiyle bilgi ticarileşirken, devletin milliyetçi, muhafazakâr ve totaliter eğitim anlayışında ise ciddi bir değişiklik olmamıştır. 2012 yılında gündeme gelen 4+4+4 Kademeli Kesintisiz Eğitim modeli de din eğitimi tartışmaları bir yana, ilköğretimi paralı hale getirmekte ve piyasaya ucuz işgücü yetiştirme mantığına dayanmaktadır. İlköğretim sonrası eğitimi sürdürebilmek büyük ölçüde ekonomik imkânlarla ilişkilidir. Sağlıkta olduğu gibi eğitimdeki kalitede ödeme gücüne bağlı olarak belirlenmektedir. Yine benzer bir süreçte kent merkezinde kalmış olan arsa değeri yüksek olan kamu okullarının da hızla işlev değiştirdiği ve emlak piyasasına dâhil olduğu gözlenmektedir. Son dönemde okul arsalarının lüks konut, ofis, AVM yapılmak üzere TOKİ’ye devredilmesi bunun karşılığında TOKİ’nin toplu ulaşımla erişilebilecek adına okullar şehri denilen kitlesel eğitim parkları inşa etmesine dair projeler medya gündeminde yer alıyor1.
Lise ve üniversitelerin kent dışına taşınması ve merkezin gençlerden arındırılması, trafik sorununu da çözeceği ileri sürülerek meşrulaştırılmak isteniyor. Genç nüfusun kent hayatından koparılıp eğitim kamplarına kapatılması ve merkezdeki okul alanlarının metalaştırılması fikri tam da Kent Hakkı ihlallerinin zirvesi olarak görülebilir.
Kentsel Hizmetler
Türkiye ve İstanbul’da belediyelerin kentsel hizmetlerinin büyük bölümü özelleştirilmiş ya da Belediye İktisadi Teşekkülleri (BİT) denilen kâr amaçlı şirketlerce yürütülmektedir. İBB’nin 2011 bütçesi 3 milyar Euro iken, sayıları 25’i aşan İstanbul Büyükşehir Belediye İktisadi Teşekkülleri bütçelerinin toplamı ise 2011 itibariyle Konsolide Bütçe adıyla 9 milyar Euro olarak belirlenmiştir. Otopark yetersizliğinin doruk noktaya ulaştığı İstanbul’da yol kenarlarını otopark olarak işleten Belediye Şirketi İSPARK’ın özelleştirilmesinin gündemde olması da kentte satılamaz hiçbir yerin kalmadığının örneğidir. Kentliler kentsel hizmetler bağlamında da kentli ya da vatandaş değil müşteri olarak görülmektedir ve bu hizmetin bedelini ödeyemeyen kentsel yerleşmelerde bu hizmetin ya verilmediği ya da düşük nitelikli olduğu görülmektedir. Söz konusu kentsel hizmetler yerel yönetimlerce sürdürülen temizlik, çöp, altyapı, yol, otopark, kültür-sanat vb. birçok örnekte gözlenebilmektedir. Kentsel hizmetlerin yaygınlaştırılması ve eşitsizliklerin giderilmesine yönelik sübvansiyon uygulamalarının ise son derece kısıtlı olduğu söylenebilir.
Ulaşım
Kentsel ulaşım bağlamındaki eşitsizlikler hem ulaşım yatırımlarının yerseçimi ve dağılımı hem de ulaşım modları üzerinden izlenebilir. İstanbul toplu taşıma hizmetlerinin yaygınlığı, kalitesi ve fiyatlandırması bakımından önemli eşitsizlikler sergilemektedir. 3 tarafı sularla çevrili bir kıyı kenti için deniz ulaşımı ve demiryolu ulaşımı imkânları son derece kısıtlıdır. Temel ulaşım modu özel araç kullanımına bağlı karayolu ulaşımıdır. Kentin gerek topografyası gerekse trafik düzenlemeleri yaya ve bisiklet ulaşımı için uygun şartlar sağlamaktan uzaktır. Merkezlere toplu erişim imkânları bile çoğu kez kısıtlı saatlerde ve seyrek, konforsuz seferlerle mümkündür. Sakatlar, bebek arabası kullanan ebeveynler için ise şehirde ulaşım nerdeyse imkânsız bir uğraştır. Toplu taşıma hizmetlerinin yerel yönetimce sübvanse edildiği söylense de birçok hanenin gelirinin önemli bölümünü ulaşım masrafları oluşturmaktadır. Ödeyemediği için dolaşım imkânları kısıtlanan ciddi bir nüfustan söz edilebilir. Toplu taşımanın ücretsiz yapıldığı özel bayram günlerinde yeni ve yoğun bir kullanıcı profili bu iddiayı görünür kılan bir deneyimdir. Öte yandan kentin 1950’den itibaren temel ulaşım araçlarından biri olan dolmuşların, hatlarının iptal edilerek ortadan kalktığı yeni bir formelleştirme girişimi olarak görülmektedir.
Kültürel Etkinlikler, Eğlence ve Tüketim
Kenti kırdan ayıran temel özelliklerden biri de kültürel etkinliklerin çeşitliliğidir. Şüphesiz bu etkinliklerin erişilebilir ve ödenebilir nitelikte olması gerekmektedir. Ancak Türkiye’deki resmi kültür politikasının da etkisiyle kültürel tüketim biçimleri özellikle sınıfsal ve statüye bağlı olarak ayrışmıştır. Kültürel etkinlikler büyük ölçüde ticarileşmiş ve metalaşmış iken toplumun geniş kesimleri sınıf ve statü itibariyle bu etkinliklerin müşterisi olmayı dahi kendinde hak görmemektedir. Tiyatro, konser, sergi hatta spor karşılaşması gibi boş zaman etkinliklerine katılanların oranı kentsel nüfus içinde marjinaldir. Kuşkusuz bunda kültürel tercihler kadar erişim ve ödeme imkânları da belirleyici olmaktadır.
Özellikle AKP döneminde birçok semtte yeni devlet tiyatroları kurulduğu görülebilir, ne yazık ki buradaki kültür ve sanat anlayışı da halk kültürünün geliştirilip desteklenmesinden ziyade öğretici ve biçimlendirici bir üst kültür anlayışını yansıtmaktadır. Öte yandan kültür ve sanatın da ticari fonksiyonlarla iç içe geçtiği, yeni bir tüketim alanı olarak kurulduğu bir dönemdir bu: İstanbul Emek Sineması gibi geleneksel kültür kurumları bu yeni formata uygun değildir ve daha ticari bir formata dönüştürülmek istenmektedir. 2010 yılında İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olması, merkezde yer alan, turistlere ve zenginlere yönelik bir programdı. Bir yandan proje bazında kültür subvansyonları sağladığı, kültür sektörüne yeni yüzler kazandırdığı söylenebilirse de, sanat ve sanatçılar için kalıcı ve uzun vadeli imkânlar oluşmamış, kültürün topluma yayılması açısından ise pek mesafe alınamamıştır.
Türkiye örneği sokak sanatı için hiçbir zaman çeşitlilik arz eden bir yer olmamıştır. Ancak sokak gösterilerinin de giderek denetlenebilir ve öngörülebilir paketler haline geldiği görülmektedir. Ülkenin en işlek ve turistik caddesi olan İstiklal Caddesinde sokak müzisyenliğe polis müdahaleleri sıradandır.
Kültürel etkinliklere katılımla ilgili söylenilenlerin tümü diğer eğlence ve tüketim etkinlikleri için de geçerlidir. İstanbul’un kentsel yapısı nedeniyle kimi zaman eğlence ve tüketim hakkı bile erişilemez haldedir. Çoğu etkinlik kent merkezlerinde olup, merkezlere erişimin bütün zorluklarıyla donatılmışken, mahalle ölçeğine uzanabilen eğlence ve tüketim imkânları da ya mahalle baskısı ya da dış görünüşe göre müşteri seçen özel güvenlik nedeniyle ödeme gücü olanlar için bile erişilmez halde olabilmektedir. Öte yandan enformel sektör eğlencenin maliyetini düşürmek ve orta sınıf, dar gelirli tüketicilere pazar yaratmak üzere iş başındadır. İstanbul’daki “korsan CD” sektörü ulusötesi müşteriler bulabilmektedir.
Afetler, Suç ve Risk
Kentte yaşarken mutlu, huzurlu olmak ve kendini güvende hissetmek önemli bir değer olmasına rağmen birçok kent ölçeği büyüdükçe bu imkânı daha az sunar. İstatistiksel açıdan dünyanın en güvenli metropolleri arasında gösterilen İstanbul, işlenen suçlar çoğu kez kayıt altına alınmadığından rakamların söylediği huzuru yaşayanlarına sunmaz. Kent yanlış yer seçimleri nedeniyle ölümle sonuçlanan çeşitli afetlere açık iken, bireysel ve örgütlü suçlar, çete ve mafya etkinlikleri açısından da çeşitlilik arz eder. İstatistikler İstanbul’u dünyanın en güvenli yerlerinden biri gibi gösterse de diğer yandan korku sanayinin gelişmekte olduğu da görülmektedir. Kentin tekinsiz bir yer olduğu söylemiyle üst ve orta sınıflara kameralı, çitli, özel güvenlikli konut, ofis ve eğlence-dinlence alanları pazarlamrken, kentin geriye kalanı suçla özdeşleştirilip güvensiz ilan edilmektedir. Bekçi, kahya, kapıcı, kabadayı gibi çeşitli mahalli güvenlik aktörleri ortadan kalkarken, korku sanayinin formel aktörlerinin devreye girdiği görülür. 2004’ten itibaren özel güvenlik firmalarının formelleştirilmesiyle, yarısından fazlası İstanbul’da bulunan, 150.000 özel güvenlik firmasının ortaya çıktığını görüyoruz.2
Öte yandan İstanbul kente karşı işlenen suçlar konusunda her geçen gün artan örneklerle doludur. Kenti değişim değeri olarak gören imarcı anlayış kentteki tarihi, kültürel değerleri yağmalamak konusunda çeşitli yaratıcı çözümler bulmada uzmanlaşmış gibidir. Nitekim 2011 Van depreminin ardından TOKİ’nin ülke çapındaki tüm arazilere deprem gerekçesiyle el koymasının önü açılmıştır.
Buraya kadar sözü edilen başlıkların nerdeyse tamamında enformellikten formelliğe doğru bir geçiş ve bu geçişe karşı direnişler yaşandığı, süreçte birçok melezliğin ortaya çıktığı görülmektedir. Yine de kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki bu mücadele hem kenti fiziksel olarak hem de gündelik hayatın ritmini radikal biçimde değiştirmektedir. Kent Hakkı’nın total ve kolektif bir hak olduğunu akılda tutarak İstanbul haritası bütününü ve bu tahayyülün ardındaki siyasi söylemi okumaya çalışmakta fayda var.
Arazi Kullanımın Değişimi: Merkez Çeper İlişkileri, Sosyal Mekânsal Ayrışma ve Dışlanma
Başbakan’ın “İstanbul’da yaşamanın bir bedeli var” sözlerinin yanı sıra, zamanın TOKİ Başkanı (ve bugünün Şehircilik Bakanı olan) Erdoğan Bayraktar’ın “‘Parası, pulu olmayan İstanbul’a gelmesin”3, “İsteryerli, ister yabancı olsun, ister putperest ister zenci olsun, fark etmez… Yeter ki parası olsun ve iş bitsin”4, “Esrar, eroin ve kadın ticareti yapanlar, gecekondu ve kaçak yapılaşma bölgelerinden çokça beslendikleri için bu olgunun kaldırılıp atılmasına engel olmaya çalışıyor”5 ve “Bize dava açanların derdi rüşvet”6 söylemleri yerel belediyelerce de paylaşılan kararlı bir kentsel dönüşüm furyasına dönüşmüş durumda. ÇDP Plan Raporunun Planlama İlkeleri bölümünde ilkelerin “insan odaklı bir planlama anlayışıyla” tanımlandığı söylense de Kent Hakkı, sosyal adalet, kamu yararı gibi kavramlardan söz edilmemektedir.
Plan bu haliyle, mevcut eğilimler ve toplumsal kapasiteleri görmezlikten gelerek gerçekçi olmayan ideal bir kültür turizm eksenli küresel kent hedefinin sayısal ve mekânsal eşiklerinin seçilmesi, teknik olarak ise meri planların bütünleştirilmesi, TOKİ, KİPTAŞ, İETT ve Ulaşım AŞ gibi çeşitli hizmet birimlerinin projelerinin ve kamu yatırımlarının eklenmesi, 3. Köprü, tüneller gibi tartışmalı kentsel yatırımların gizlenmesi, ayrıcalıklı imar haklarına örtük destek verilmesi esaslı bir manzume niteliğindedir.
İstanbul Çevre Düzeni Planı, plan dışı diğer yatırımlar ve büyük ölçekli projeler incelendiğinde bir yandan nüfus çekici önemli işlevlerin öngörüldüğü, diğer yandan 22-25 milyon arası tahmin edilen projeksiyon nüfusunun 16 milyon ile sınırlanıp, çeşitli fonksiyonların desantralize edilmeye çalışıldığı görülüyor. Ancak daha dikkat çekici olan İstanbul’un tamamı için öngörülen sektörel ve mekânsal dönüşüm projeleri ki bunlar ciddi kent içi nüfus hareketlerinin yaşanacağı, mülkiyetin önemli ölçüde el değiştireceği ve kentteki farklı sınıfların yeniden yer seçme sürecine gireceğini gösteriyor.
ÇDP’nin genel yaklaşımına ve plan kararlarına bakılarak İstanbul’un yeni bir kullanıcı için hazırlandığı ileri sürülebilir. Küresel İstanbul vizyonu bu yeni kullanıcıların üst düzey hizmetlerde çalışabilecek genç profesyoneller olacağını, önemli miktarda yabancı yatırımcının da İstanbul’a geleceğini, bu kitleye hizmet edebilecek yeter miktardaki alt düzey hizmet işçileri, tarım ve sanayi işçilerinin de kentte yaşayacağını ancak bunların kentin görece dış semtlerinde oturup, metrobüs, tramvay vb. kitlesel ulaşım sistemleriyle hareketliliğinin sağlanacağını, İstanbul’da artan konut ve ofis üretimi ve arzının gayrimenkul fiyatlarını ve kiraları düşürebileceğini, öte yandan nüfus gelişiminin 16 milyonu aşmamasının imkânsız olacağını göstermektedir.
Dünya’da kent modelleri ve sınıfsal yapıları incelendiğinde kimi modellerde yoksulların kent merkezini zenginlerin kent dışı banliyöleri kullandığı, kimi modellerde merkezden dışa doğru zenginliğin dağıldığı, kimi zamanda merkezi yer seçimi kuramı mantığına uygun şekilde zenginlerin merkezde yer seçtiği ancak çevresinde bu zenginliğe servis veren yoksul nüfusun barındığı, çalıştığı kent parçalarının bulunduğu daha karma modelli kentlere rastlıyoruz. İstanbul gibi lineer biçimli ama makroformu sürekli değişen, çeşitli ulaşım seçeneklerine sahip çok merkezli bir kentte merkez ve çevrenin neresi olduğu da kolay belirlenebilir değildir. Buna rağmen İstanbul’un giderek sosyal ve mekânsal olarak ayrışan, kent içi yatay ve dikey hareketliliğin aşırılaştığı bir kent haline geldiği ve kentin mülkiyet el değiştirmelerine bağlı yeni bir sınıfsal haritaya kavuştuğu, Kent Hakkı ‘na yönelik ihlallerin çoğaldığı söylenebilir.
Bitirirken
2000 sonrası İstanbul gündemini en çok işgal eden konulardan biri kentsel dönüşüm projeleridir. Bu proje alanlarının mevcut kullanıcılarının yerinden edilmesi süreçleri, kent aktivisti gruplarca Kent Hakkı bağlamında gündeme taşınmaya çalışılıyor. Sulukule, Ayazma, Tarlabaşı gibi yıkım ve yerinden etme projelerinin toplumsal maliyetini ölçmeye yönelik bir kamu girişimi yok. Bu projelere karşı muhalefet de güçlü ve yaygın sayılmaz. Öte yandan kentin ana merkezi olan Taksim Meydanı Projesi daha çeşitli muhalif grupları bir araya getirmiş gibi duruyor. Ancak tüm bu mücadelelerin bir Kent Hakkı inşa edebilmesi için yeni, bütüncül, ütopist bir ufuk gerekiyor.
Kapitalist kentleşme süreçlerine karşı verilen tüm mücadeleleri Kent Hakkı’nı tesis etmek açısından önemli siperler olarak görüyoruz. Nitekim Kent Hakkı için bu siperleri ve siperlerde yürütülen mücadeleleri önemsiyoruz. Ancak daha da önemlisi Kent Hakkı’nı bu mücadelelerin bütünü olarak görmek, bu mücadeleleri eklemlemek ve Kent Hakkı’nı özlediğimiz insani kentlerin doğal temeli olarak tahayyül etmek gerektiğini düşünüyoruz.
(*) Julia Strutz, Belçika Leuven Üniversitesi, Dünya ve Çevre Bilimleri Coğrafya Bölümü Doktora
Öğrencisi
Erbatur Çavuşoğlu, MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, Yrd. Doç. Dr.
DİPNOTLAR
Okullarşehirdışınaçıkıyor,farkındamısınız? PınarÖğünç,Radikal Gazetesi, 06.01.2012, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYaz ar&ArticleID= 1074705&Yazar=PINAR-OGUNC&CategoryID=97 (son erişim: 27.03.2012)
Ayşe Öncü’nün Mekân ve Kültür Sempozyumundaki “Tekinsiz Mekânlar ve Güvensizlik Kültürü” adlı söyleşisi, VI. Uluslararası Kültür Araştırmaları Sempozyumu, Kadir Has Üniversitesi, 8-10 Eylül 2011.
12.11.2008, Ankara Haber Ajansı.
24.06.2008, Milliyet Gazetesi.
19.11.2007, Yenişafak Gazetesi.
11.10.2009, Habertürk Gazetesi.
KAYNAKÇA
1/100.000 Ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı Raporu, (2009), İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı.
Altvater, E./Mahnkopf, B. (2002), Globalisierung Der Unsicherheit. Arbeit im Schatten, Schmutziges Geld Und Informelle Politik. Münster: Westfalisches Dampfboot.
Julia Strutz, Erbatıır Çavuşoğlu
Bora, T. (1997), “Türk Sağının İstanbul Rüyaları”, Mediterraneans 10, İstanbul Özel Sayısı, Sonbahar.
Castells, M./Portes, A. (1989), “World Underneath: The Origins, Dynamics, and Effects of the Informal Economy.” In The Informal Economy: Studies in Advanced and Less Developed Countries, ed. Alejandro Portes, 11-37. Baltimore, MD: John Hopkins University Press.
Chatterjee, P. (2004), The Politics of the Governed. Reflections on Popular Politics in Most of the World. New York: Columbia University Press.
Çavuşoğlu, E. (2011), “İslamcı Neo-Liberalizmde İnşaat Fetişi ve Mülkiyet Üzerindeki Simgesel Hâle”, Birikim Dergisi, sayı: 270, s:40-51.
de Souza, M. L. (2010) “Which Rights to Which City? In Defence of Political-Strategic Clarity” Interface, Cilt 2 (1): 315 -333.
Güvenç, M. (1993), “Metropol Değil Azman Sanayi Kenti”, İstanbul Dergisi n.5, ss. 75-81.
Harvey, D. (2009), “Kent Hakkı”, Çev. Meriç Kırmızı, Sendika.org, http:// www.sendika.org/yazi.php7yazi no=22579 (erişim: 03.04.2012).
Keyder, Ç. (1993), Ulusal Kalkınmacılığın İflası, Metis Yayınları, İstanbul.
Odman, E. A. (2000), “Informalisierung Und Staat: Die Türkei Seit Der Neoliberalen Wende 1980.” Prokla 30 (3): 449^168.
Ritzer, G. (1998), Toplumun McDonaldlaştırılması, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.