İpek Thevenon – Heybeliada
21 Temmuz günü, Gezi’nin deli rüzgârlarıyla pupa yelken deryaya açılan forumların, belki de en kayda değer maceralarından birinde, Sivriada ve Yassıada’ya doğru seyrederken, yüreğimizde, elimizde, dilimizde bir haykırış vardı : « BIRAK ISSIZ KALSIN ! »
Takip eden günlerde, gerek basının manşetleri, gerek bizlerin meyli, birçok haklı, ortak çığlığın arasından sanki bu haykırışı gemimizin simgesi olarak dalgalandırdı. Seyahat hazırlıklarımız sırasında, elbette « ıssız ada » çağrışımıyla dillendirip, eğlenerek rengârenk püsküttüğümüz bu harfler bütünü, bilerek/bilmeyerek, dimağlarımızın ve direnişimizin semalarında nasıl yankılandı, hangi ücra köşelere değdi ki, bunca havalandırdı yüreğimizi ?
Sivriada özelinde, TDK’nın tanımıyla yetinmek mümkün belki, talebimizi izahta : « Issız : Kimse bulunmayan veya az kimse bulunan, tenha, yaban ». İnsan türünün, epeyce yüzyıldır, ayak bastığı, el uzattığı topraklarda ne menem icraatlara imza attığını düşünürsek, her bahar göçmen kuşlara mesken olan, berrak sularında binbir çeşit canlı yaşayan, toprağından dağ kekiklerinin, karabaş otlarının rayihası yükselen, tepelerinde insan medeniyetlerinin henüz bunca bencil, bunca hoyrat olmadığı zamanların hatıraları gülümseyen bu adacık yaban kalsın ! İlle faydacı yaklaşmak isteyenler, uzaktaki yabanlığın, yakındaki ehliliğe, sözde dolaylı aslında doğrudan, ne denli hayatî faydalar sağladığını unutmasın ! Bu küçücük kara parçasını dahi, «tanımadığımız dillerde konuşan » sakinlerine bırakmak istemeyen, gözü dönmüş rant hırsınız, direnişin denizinde boğulsun !
Amma ve lâkin, ne haykırışımız Sivriada’dan ibaret, ne de « ıssız »ın mânâsı TDK’nın hafızasız tekelinde ! Nişanyan Etimolojik Sözlük şöyle hatırlatıyor : « Issız : Sahipsiz, maliksiz ». Hem Gezi semalarında, hem de son yıllarda Dünya’nın birçok diyarındaki benzer hareketlerin giderek yükselen çığlıklarında yankılanan ana tını ile tam da burada buluşmuyor muyuz ? Kimdir sahip, kimdir malik ?! Nedir, kimdir mülk ?!
Kapitalist rejimde, adı üstünde kapitalin, yani paranın, çoook paranın, sözde meşru kıldığı iktidar, yani güç sahipleri, kendilerini, suyun, toprağın, hatta havanın, ateşin, enerjinin yani, hayvanın, insanın, dolayısıyla kentin, zihnin, bedenin de sahibi, maliki addediyorlar. Hepimizi, mülkün bir köşeciğinin sahibi de bizmişiz yanılgısıyla sindiriyorlar. Böylece, herkes kendi köşeciğinden çekiştirip, ömrü hayatında yarım adım fazla mülk, yani para, yani iktidar sahibi olmaya debelenirken gece gündüz, Kapital Canavarı, tüm uzuvları hızla birleşerek, ağzından saçtığı alevlerde aslında hücrelerini besleyen doğa ve insan kaynaklarını son hızla eriterek, semirmeye devam ediyor ! Direnmezsek, malûm, kaynaklar tükendiğinde, canavarla birlikte, insan dahil nice canlı son nefesini verecek !
İnsanın iktidar dürtüsü, yaşamı idame ettirebilmek için sahip olduğu onca başka dürtünün önüne, üstüne yerleştirilmiş, üzerine bütün bir Dünya düzeni inşa edilmiş haliyle, aslında hiç de mutlak bir veri değil. İnsanlık tarihinin, ataerkil geleneklerce, geriye dönük eril ideolojiler büyütecinde revize edilmiş versiyonunun ürünü yalnızca. Bu ideolojilerin kökleri, kapitalizmin hakimiyetinden çok daha derinlere uzanıyor üstelik. İktidar, yani muktedir olma, yani gücü yetme, kendi dışındaki her şeyi ve herkesi kuvvede tehdit olarak görüp, onlara hakim olabilme, hükmedebilme, onları kendi için kullanmayı başarabilecek güce sahip olduğunu kanıtlama. İnsanlık tarihinin bu versiyonuna göre, doğa, insan türü dışında kalan tüm unsurlarıyla, baş tehdit, azılı düşman, ilk ve en zorlu mücadelenin muhattabı olmuştur. İnsan, kendi zayıf bedenini ve tehdit altındaki yaşam alanını korumak, genişletmek için, « üstün zekâsı »nı kullanarak, mümkün olan her nesneyi, her canlıyı mücadelesine « alet » eder. Aletlerini giderek mükemmelleştirir. Suyla, toprakla, havayla, ateşle ve diğer canlı türleriyle tutuştuğu bu amansız mücadelede, galip geldiği yanılgısıyla, iktidarından başı dönünce de, kendini dünya alemin hükümranı ilân eder. Tahakkümünün ne denli meşru ve dahi ne denli « doğal » olduğunu kendince ispat eder.
Temel strateji güç kullanımı olunca, insan türünün bizzat kendi fertleri arasındaki ilişkilerin yapısı da, tabiatıyla, buna göre belirlenir. « Güçsüzler » yani kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler, deliler, cılızlar, tıfıllar, aptallar, toplu güç uyarınca azınlıklar, değişen güç tanımlarına göre cahiller, kapitalizmde doruğa ulaşan güç anlayaşına göre fakirler… güç yani iktidar sahiplerince « alet »leştirilmeleri, kullanılmaları, kullanılamıyorlarsa yok sayılmaları, yok sayılmaya direniyorlarsa yok edilmeleri mübah gösterilenler olarak, bu tarihe yazılır !
« BIRAK ISSIZ KALSIN ! ». 2013, 2015 yıllarının Dünya gezegeninde, iki kıta arasının küçücük denizinde, miniminnacık Adalarımızdan neyi haykırıyoruz ? 20, 50, 100, 200 sene öncesinin Adalarını, İstanbul’unu, Dünyasını, « bu kafayla » neredeyse mağara devrinin « doğayla uyumlu » alemini talep ediyor olabilir miyiz ? « Dünya dursun, inecek var ! » nakaratına tutunacak kadar, bizatihi yaşamın dinamiklerinden bihaber sanılabilir miyiz ? HAYIR !
Geçmişin makbul dengelerini hatırlamak, güzellikleri hasretle yad etmek, dost hosbetlerinde hoş elbet ; bu dengelerden ilham almak, nasıl, neden bozulduklarını anlayıp ders çıkartmak da gelecek için önemli. Ama istesek de istemesek de dönen devranda, doğan her yeni gün, sözde iletişim çağının iktidarı beslemek amacıyla örülen haber ağlarına takılıp hepimize yeterince ulaşamayan bir dolu güzellik de üretiyor aslında. Yenilenebilir enerjiler, doğal döngünün küçücük bir parçası olduğumuzu unutmadan yapılabilecek tarım yöntemlerindeki ilerlemeler, bilinçli kullanıldıklarında bilginin, bilimin, sanatın demokratikleşmesini sağlayan özgür paylaşım ağları, kendi sahip olduğumuz becerileri, malları, hatta zamanı ihtiyacı olanlara sunarak hayatımızı zengileştirmemizi kolaylaştıran birbirinden yaratıcı sanal ve fiili mecralar… bu güzel gelişmelere sadece birer örnek.
İşte biz, Adalarımıza, şehrimize, gezegenimize, at gözlükleriyle yalnız kendi gücüne kilitlenmiş, özünde yok edici, yönteminde korkma ve korkutma mekanizmalarıyla işleyen bir « sahip olma » içgüdüsüyle değil ; geçmişin doğrularından ilham, yanlışlarından ders alan, yaşanılabilir bir geleceğin nüvelerini yeşerten bir « sahip çıkma » bilinci, vicdanıyla yaklaşalım artık diye haykırıyoruz. Sivri’nin, Yassı’nın suları, hızla cinayete kurban edilen Marmara’nın yaşama tutunabildiği son kıyılardan. Bırakalım balıklar yumurtlasın, mercanlar kor ışıldasın. Kayaları, dalları, yaprakları, çiçekleri, Dünya’yı bir eden göçmen kuşların durup dinlenebildiği, hayatı çoğaltabildiği son vahalardan. Bırakalım baharı getirebilsin, dostluğu götürebilsinler. Tarihi, hunharca hafızasızlaştırılışımıza direnen son kalelerden. Lâyıkıyla koruyalım, kendimizi tanımamıza, kendimizle, birbirimizle barışmamıza zemin olabilsin. Yerleşim yeri olan Ada’larımızda, meselâ, « yalıtıp » depo yapmak adına senelerdir torbalarla beton döksek de inatla yağmur sızdırarak direnen sarnıçlarımız tekrar suyla dolsun. Harabe değirmenlerimizin yeniden kanatları olsun. Unumuzdan ekmek yapacağımız fırınlarımız tütsün. Çocuklar, son model tabletlerinin ekranlarında yalnızlıklarına, dilsizliklerine kapanacaklarına, fırına annelerinin yaptığı börekleri pişsin diye götürsün. Beklerken bekleyen diğer çocukların dillerinden küfürler, tekerlemeler öğrensin. Elleri yana yana eve dönerken, denize koşan arkadaşlarına uysun haylazlar. Denize koşarken yollarını bilet soran zebani rolüne mahkum edilmiş mülk/iktidar bekçileri kesmesin. Böreği kedi kapsın dağa kaçsın. Karga ondan kapsın zeytin dalına konsun. Zeytini toplayalım kuralım. Olunca yarısını komşuya götürelim. Turunç reçelini alıp eve dönelim. Hazırlanıp yazlık sinemaya gidelim. Parçası olduğumuz şehirdeki işlerinde fazla mesaiye kalanların mesai ücretlerini gömerek binmedikleri, işten konsere geçenlerin, müzisyenleri alkışlayamadan kaçarak yetişmek zorunda kalmadıkları vapurları olsun. Binip sinema çıkışında bize katılsınlar. Mehtapta ayaklarımız, yüreğimiz çöplere dolanmadan ormandan doğru hayatı uzata uzata evlere dağılalım. Eve çeyrek kala kirpiye takılıp kayafı hafif yaran bedbaht, doktorsuzluktan öleyazmasın. Ertesi sabah çoluk çombalak ona börek, zeytin, turunç reçeli götürelim, göçmen kuşların baharı müjdeleyişini birlikte mor salkımların arasından seyredelim … istiyoruz.
Yoksa, kilit üstüne kilit vurdukları çelik kapıların, hor görerek önüne diktikleri « güvenlik görevlileriyle » donattıkları kalın duvarların ardında, kâh kırkbir kâh binbir odalı mülklerinde, kendi yarattıkları dünyadan korunmaya çalışan para/güç/iktidar sahipleri, havaya, denize zehir akıtarak, parayla dostluk, sözde keyif satın almak için marinalarına yataştıklarında bir gün, havasızlıktan masaj odalarında saç spreyi soluyarak, susuzluktan otoparklarında benzin içerek, hepbirlikte yapayalnız, can çekişe çekişe ne halt ettiklerini anlayacaklar.
Anlayacaklar ya, kekikler, karabaşlar, meşeler, mor salkımlar, başaklar, zeytinler, balıklar, mercanlar, göçmen kuşlar, kediler, kargalar, kirpiler, ölümcül oyuna bilip/bilmeden alet olanlar, seyirci kalanlar ve de «Bırak Issız Kalsın!» diye bu akıbetin önünü almaya haykıran bizler için de çok çoooook geç olacak artık o gün !
O yüzden, “BIRAK ISSIZ KALSIN! Sahip olma, sahip çık !”