Gündüz Mutluay – Heybeliada
Bu ad hep acı ama güzel anıları canlandırır, karışık duygular uyandırır bende. Horace McCoy’un romanı 1929’da başlayan ve kapitalist dünyayı büyük bir deprem gibi sarsan 2. Büyük Bunalım (1929) yılarında geçen büyük bir trajediyi anlatır, ben yaştakilerin rüyalarını süsleyen Jane Fonda oynuyordu. Sonra oyunu-müzikali de yapıldı. Bizim memlekette de sahnelendi.
Film Hollwood’da oyuncu olmak isteyen bir kadınla yönetmek olmaya çalışan bir erkeğin öyküsünü anlatır. Hayallerine ulaşamayan iki genç, çareyi süresi olmayan bir dans yarışmasında ararlar. Katılımcılar bayılıp düşünceye kadar dans ederler. Ayakta kalan son çift 2000 dolarlık ödülü alacaktır.
Unutulmaz repliği kadının “2000 Doları aldıktan sonra ne yapacaksın?” sorusuna verdiği cevaptır: “En kaliteli fare zehirini alacağım!”
Şimdi nereden geldi aklıma yıllar sonra
Bizim Heybeli’nin fayton atlarından 17’sinin öldürülmesinden elbette. Bu iş bir iğne ile zehir zerkederek yapılıyor ve adına “uyutma” diyorlar. Uyku gibi güzelim bir sözcüğü de katlediyorlar bu arada ama konumuz o değil şimdilik.
Beni bacağımdaki sorundan dolayı çıkmakta zorlandığım evihttp://dokuzadabirdeniz.com/wp-admin/media-upload.php?post_id=1594&type=image&TB_iframe=1me, yokuşu dinç olduklarında koşarak, yorgun olduklarında yürüyerek birkaç dakikada çıkarıveren o güzel hayvan dostlarımdan sözediyorum. Yani fayton atlarından.
Herbiri bir yerden gelmiştir, bir başka kentten, sakatlanmadan önce seyircilerin ve kupon dolduranların bağırtıları arasında yarıştıkları hipodromlardan; kimi doğma büyüme Adalıdır. Hepsi bizim buraların sakinleridir yani.
Nazlı, Elif, Beritan’dır dişilerinin adları. Erkeklerin Abbas, Alişan… Böyle gider. Adları gibi güzeldirler. Değerlidirler de. Faytona koşulacak bir at 3000 liradan başlar; 6, 7 binlere doğru yükselir. Bir faytoncuya 5, 6 at gerekir, yazın sıcaklarında terlerler, yorulurlar, arada bir değiştirmek gerekir.
Ada’nın bütün sokaklarını bilirler, yokuşlarını pek sevmeseler de. Arada bir tökezleseler de hemen toparlanırlar. Yem torbası takılınca boyunlarına beslenme ve de dinlenme zamanıdır, bu zamanları severler elbette. çok haklı bir nedenleri yoksa hiç huysuzlanmazlar, uysaldırlar.
Ömür dediğin nedir ki; bir gün gelip bulur ölüm bizi. Atları da bulur! 2013’ün Kasım’ında buldu gene onları. Veterinerler kanlarını alıp baktılar. 17’sinde “ruam” bakterisi buldular. Tedavisi yoktu. ╟are (!) ölümdü. Öldürüldüler gene bir iğneyle. Zehir damarlarında ilerleyip kalplerine ulaşıp da son darbeyi vuruncaya kadar öyle sessizce beklediler. Sonra ölüm bakterileri yayılmasın diye, barındıkları ahırların oralarda bir yerde derin çukurlara gömüldüler.
Zaman zaman gündeme gelir, at ahırlarının izbeliği, bakımsızlığı, pisliği. Hep vadedilir yeni ve sağlıklı ahırların yapılacağı. Sonra unutulur gider. Şimdilerde seçim havasına girdik, bakın ne vaadler vardır. Ama belliki biz boşuna konuşuyoruz, insanların sağlığı için gerekeni yapmayanlar neden düşünsünler ki hayvanların sağlığını!
Denir ki, ahırların kötü koşulları hastalığın yayılmasını kolaylaştırmış, hızlandırmış. Böylece yaşam yerleri ölüm nedenleri olmuş.
Demem şu ki, şu içinde bulunduğumuz günlerde de rastladığınız veya faytonunuzu çekip sizi evinize ulaştıran bu güzel hayvanlara daha bir sevgiyle bakın ve onlar için ne yapılabileceği üzerine düşünün biraz.