ayşe düzkan
burası feministlerin, kadınların 8 mart dışındaki zamanlarda da yazı yayınladıkları bir yer ama başlıktaki ifadenin solun/basının önemli bir kısmına yakıştığını siz de takir edersiniz. lafı uzatmadan sol ve feminizm ilişkisi üzerine bir şeyler yazmak istiyorum.
Feminizmin türkiye’deki tarihi boyunca soldan gelen iki tehlikeli yaklaşım oldu.
bunlardan birincisi, feminizmi işçi sınıfını inkâr etmek ve devrimden vaz geçmek için bir bahane olarak kullanılması yani liberalizme payanda yapılmaya çalışılması. oysa kadınların kurtuluşu muğlak ve genel bir demokrasi mücadelesinin içine sığdırılamayacağı gibi, kadınları ötekileştirilmiş, kendini ifade etmesi gereken bir kimliğe indirgemek onların üzerindeki baskıyı ve sömürüyü göz ardı ediyor ve esas olarak toplumsal cinsiyetin ortadan kaldırılmasını hedefleyen feminizmle bir alakası yok.
ayrıca, bütün feministler adına konuşmam tabii ki söz konusu olmaz ama bizler diye söz edebileceğim önemli bir kesimimiz, proletarya devrimine inanmadığımız için değil başka bir devrimci süreci DE gerekli görmek olarak tanımladık feminizmimizi. dolayısıyla, “artık sınıf örgütü olamaz çünkü farklı farklı mücadeleler var,” sayıklamaları konusunda içimizden geçen, “bi bitmediniz!” diye biten çizgiroman karesi ama şunu da hatırlatalım; kadınların özgürlük mücadelesi yeni değil geçen yüzyılın başından beri var.
ikincisi ise daha eski, daha tanıdık. kadınların mücadelesini, feminizmi işçi sınıfının mücadelesini zayıflatmaya, bölmeye yönelik bir alan olarak tanımlamak. (bu iki eğilimin tezlerinin ne kadar birbirine benzediğini siz de fark etmişsinizdir.) kadınların ve kürt hareketinin sesini duyar duymaz sınıf’ı hatırlayanlar arasında kendi güncel mücadelelerini aydınlanmacılıkla tanımlayanlar bile var. evet, işçi sınıfının ağır bir neoliberal saldırı altında olduğu günümüzde…
birinci konuya daha sonra tekrar gelmek üzere şu ikinci meseleyi detaylandırmak istiyorum, konuyla ilgili okurların “yine mi bu!” sitemlerini göze alarak.
emekçi kadınlar meselesi
8 mart’ın dünya kadınlar günü olmasındaki ısrarımız emekçi sınıfı ya da emekçi kadınların özgül sorunlarını göz ardı etmemizden değil, emekçi, yani ücretli sömürü altında olsun olmasın bütün kadınların ezildiği ve sömürüldüğü tespitimizden kaynaklanıyor. bunun üzerine “ama burjuva kadın…” diye cevap vermek üzere çarpan kalplerin pıtpıtlarını duymaz değilim, onlara dünyadaki toplam mülkün sadece yüzde 3.7’sinin kadınlara ait olduğunu hatırlatıp emekçinin karısını da emekçi sayanlara soruyorum; kadının sınıfı kocasının sınıfıyla belirleniyorsa, örneğin bir çeviri bürosunun sahibiyle evli akademisyen bir kadının sınıfı ya da bir otomotiv işçisiyle evli, yanında iki çırak çalıştıran terzi bir kadının sınıfı nedir?
ben kadınların kendi geçim biçimlerine göre sınıflarının belirlendiğini ve ücretli çalışmayan ezici çoğunluğun durumunun başka bir ekonomi politikle, patriyarkanın ekonomi politiğiyle açıklanabileceğini düşünüyorum. bana aile içindeki iş bölümünden, aile ücretinden söz etmeyin, size kocaları işsizken hem ücretli çalışıp hem de evin bütün işini yapan kadınları hatırlatmak zorunda kalırım. ayrıca, küçük burjuvazi kapsamında tanımlanabilecek bir aile işletmesi sahibinin, örneğin bir bakkalın karısının, ücretsiz yaptığı işlerin kapsamının evişlerini aştığını göz önünde bulundurunca, bir işçinin karısından daha da fazla sömürüldüğünü görüyorum.
peki ücret karşılığında evdışında çalışan kadınların sorunları feminizmin derdi değil mi?
kendi adıma ücretli çalışan kadınların hayat koşullarını hesaba katmadan güçlü bir kadın hareketi/feminist hareket oluşturulamayacağına inanıyorum. ama emekçi kadınların sorunlarını, bu sorunların çözümlerini öncelikle ele alması gereken emek hareketi değil mi? emekçi kadınların ön saflarında olması gereken birinci alan emek hareketi değil mi? eğer emek hareketi bunları yerine getirirse, hiç merak etmeyin kadın hareketine de yansıyacaktır, zaten yansıyor da.
kadının yeri meselesi
kadının yerinin–partinin, derneğinki bile olsa- mutfak olmadığı, nihayet, en azından açıkça dillendirilemez bir şey haline geldi. fakat mutfaktan çıkan illa barikatın yolunu mu tutmak zorunda?
bu soru iki farklı veçheyi temsil ediyor.
birincisi, kadınların verdikleri mücadelenin solun bir ihtiyacına –barış, karanlığın yenilmesi, neoliberal politikaların alt edilmesi, akp’ye karşı çıkma vb.- cevap vermesi gerekmiyor. bu konuda zaman zaman çakışma ama zaman zaman da çatışma olabileceğini feminizm dışındaki solun tarihinden BİLE görüyoruz. o yüzen kadınların mücadelesine habire talep, öncelik tıkıştırmaktan, hatta önermekten vazgeçmek kadın kurtuluş hareketinin bağımsızlığını tanımanın birinci kuralı.
ikinci mesele şu: kadınların kurtuluşu yani patriyarkanın ortadan kalkması topluca verilecek bir toplumsal mücedelenin sonucu olacak ve en iyimser tahminle bile yıllar alacak. ancak kadınların özgürleşmesi farklı bir süreç. hem o toplumsal mücadeleyi hem de tek tek kadınların –elbette o birliktelikten güç alan- bireysel deneyimini içeriyor. bu, her kadının kendi karar verdiği, temelinde itiraz ve karşı çıkma olmakla birlikte zaman zaman uzlaşmaları da içeren zorlu bir süreç ve bugün evden dışarı adımını atmış, başını kaldırmış kadınların erkeklerden daha zengin, daha derin ruh dünyalarına sahip olmalarının bir sebebi de bu. bu deneyimi, bildiğimiz anlamda herhangi bir mücadelenin “saf”ında yer almakla açıklamak ve özdeşleştirmek mümkün değil. bu süreçte kadınlara destek olan toplumsal mekanizmaların –örneğin sığınaklar- uzun zamandır feminist pratiğin bir parçası olduğunu da hatırlatayım.
son bir şey daha var, beyhan demir arkadaşım, “ben güçlü olmak değil mutlu olmak istiyorum,” dedi, “güçlü olmak zorunda değilim, mutlu olmaksa hakkım.” mutlu olmak için güçlü olmak zorunda kaldığımız doğru ama kadınlar olarak amacımız bu değil. o yüzden tekel teker erkekler olarak DA, bize habire güçlenme tavsiyesinde bulunmayın, bizi sürekli güçlü olmak zorunda bırakmayın, bunun yerine, mutluğumuza engel olmaktan vazgeçin.
kotanın ötesi
yazının sonuna gelirken başlığa dönelim. kadınların talepleri, özgürlük ve kurtuluş mücadeleleri solun gündemiyle ve solun politika yapma araçlarıyla kapsanamaz ve tüketilemez. ama bu solun kadınları bayramdan bayrama hatırlamasının bahanesi olabilir mi?
kadın kurtuluş hareketinin bir sol programa sığabilecek, bir sol programda yer alması gereken birçok talebi var. bunu kadınların sol örgütlerde temsiline indirgemek mümkün değil. ayrıca, özellikle büyük şehirlerde kadınların sol hareketlere katılımı o kadar fazla ki, yönetime katılacak kadın bulamayan örgütün kendi kitle bağlarını değerlendirmesinde yarar var. bence solun, sadece kadın mücadelesini değil, dışında gelişen bütün mücadeleleri önderlik etmesi gereken değil de bir şeyler öğrenmesi gereken alanlar olarak görmesinin zamanı geldi.
yaşasın kadınların kurtuluş mücadelesi. kadınlar cesur oldukları, dünyanın yarısını omuzladıkları, direndikleri için değil, ezildikleri ve sömürüldükleri için. 8 mart’ın anlamsız olacağı günlere.