Hakan Kabasakal – Deniz Biyologu
Adalar denizinin iki yanında iki farklı dünya var. Biri güneşle aydınlanırken, diğeri ışığı tanımayan; biri dalgalarla savrulurken, diğeri Marmara’nın ağırlığı altında ezilen iki farklı dünya…
Bir deniz biyoloğu için Prens Adaları, dar alanda zengin çalışma koşulları sunan, eksiksiz bir açıkhava laboratuvarı gibidir. Karadeniz’in acısulu koşullarına uyum sağlamış olan canlıları arıyorsanız, Adalar denizinin sığlıklarında gezinmeniz yeterlidir. Yüzeyden 30 ya da 40 m derine yapılan kısa, ancak zorlu bir yolculukta, Akdeniz’in duru sularıyla ıslanırsınız. Derinlik değiştikçe sular da değişir adalar denizinde.
Adalar: İki Farklı Dünyanın Sınırı
Prens Adaları iki farklı dünyanın sınırını çizer. Biri sığda, diğeri derinde devam eden iki farklı yaşam arasında bazen geçit vermeyen bir engel, bazen bir köprü, bazen de kısa süreli misafirliklerin yaşandığı geçici bir konaklama ortamıdır Adalar denizi. Tıpkı insanların dünyasını bölen sınırlar gibi, Adalar denizindeki sınırın kapıları da kimi sualtı yolcuları için ardına kadar açılır ve kimi yolcular bu kapıların ötesine asla geçemezler. Ancak, yolun ve yolcunun değişen isteklerine bağlı olarak, adalar denizi zaman zaman geçiş izni verebilir. Koşulları biyolojik ve ekolojik kurallara göre belirlenen bir yolculuktur bu.
Akdeniz’den hatta Atlas Okyanusu’ndan yola çıkan sualtı yolcularının Karadeniz’e doğru (ya da tam tersi yönde) sabırlı ilerleyişleri sırasında Adalar denizi, daha ileriye gidip gitmemeye karar vermek için duraklayan türlerle dolup taşar. İçgüdüsel olarak verilen bu karar sonucu sualtı yolcuları, bazen yola devam ederler, bazen de yolculuktan vazgeçerler. Türlerin tercihleri ne olursa olsun, adalar denizi bitmek bilmeyen bu canlı akışından daima kazançlı çıkar.
Haritada Marmara Denizi, Akdeniz ve Karadeniz’in arasına sıkışıp kalmış önemsiz bir içdeniz gibi görünür. Ancak bu aldatıcı manzaranın aksine Marmara Denizi, biyolojik
, jeolojik ve hidrolojik özelliklerinden dolayı benzersiz bir ekosistemdir. Kuzey Marmara’da Akdeniz ve Karadeniz kökenli türlerin yerleşimine uygun olan, nispeten en el değmemiş habitatlar, İstanbul Boğazı’nın ağzında nöbet tutan Prens Adaları’nın derinliklerindedir. İstanbul kıyılarıyla karşılaştırıldığında Prens Adaları’nın sahilleri hâlâ capcanlı; burada hemen her taşın altında farklı bir yaşamla karşılaşmak mümkün.
Çınarcık Çukuru: 1.300 metrelik bir karanlık kuyu
Adalar denizinin güneyinde dipsiz bir karanlık gibi derinlerde kaybolan Çınarcık Çukuru, Prens Adaları ekosistemini canlı tutan önemli bir yaşam kaynağıdır. Eğer Çınarcık Çukuru’nun suları boşalsaydı, başınız dönmeden dibine bakamazdınız. 1300 m’yi aşan derinliğiyle bu karanlık kuyu, güneşe yabancı yaşamların yuvasıdır. Derin karanlıktaki güvenli yuvalarından ayrılarak, ara sıra adalar denizinin sığlıklarını ziyaret eden konuklar arasında, bozcamgöz (Hexanchus griseus) ve domuz köpekbalığı (Oxynotus centrina) da var. İstanbul’un iki yakasını biraraya getirmek için inşa edilen tüp geçidin molozu, inşaatın başından beri Çınarcık Çukuru’na boşaltıldı. Yıllarca kıyı dolgularıyla katlettiğimiz Adalar denizinin en derin noktası da çöplerimize hedef olmaktan kurtulamadı. Kuzey Anadolu Fayı’nın (KAF) denizaltındaki devamı olan Çınarcık Çukuru, 17 Ağustos 1999 depremini izleyen yıllarda yürütülen bir dizi derin deniz araştırmasında tüm bilinmeyenleriyle masaya yatırıldı. KAF’ı incelemek için derin Marmara’ya dalan sualtı araçlarının çektiği görüntüler, Adalar denizinde yaşamın 1000 metreden daha derin sulara kadar yayıldığını kanıtladığında bile, Çınarcık Çukuru’na moloz boşaltmaya devam ettik. Doğa insanoğlunun çıkarları karşısında bir kere daha yenik düşmüştü. Bozcamgöz ve domuz köpekbalığının çukurun çamurla kaplı diplerinden adaların kayalık kıyılarına yaptıkları yolculuk, derin Marmara ile Adalar denizi arasında kurulmuş olan yaşam köprülerinden sadece biri. Çınarcık Çukuru’ndan ada sahillerine uzanan çamurlu yamacı yavaş yavaş tırmanan her canlı, derinden gelen yaşam akıntısının değerli bir parçası.Adalar denizinin sınırları iki farklı dünyayı ayırmakla kalmaz, canlıların yerleşimlerine uygun olan alanların sınırlarını da belirler. Prens Adaları kıyılarına yerleşen canlılar kaya ve çamur arasında seçim yapmak zorundadırlar.
Canlıların tercihlerine ve ortam koşullarına göre şekillenen bu seçim aşaması, bazen kolayca, bazen de zar zor ilerleyen bir uyum sürecidir. Prens Adaları’nın yerlisi türlerle adalar denizine yeni gelenler arasında yaşam alanları için verilen mücadele devam ederken, çıplak kayalar yaşamla renklenir, çölü andıran çamurda yaşamın kıpırtıları göze çarpar.
Adalar denizine düşen irili ufaklı her kaya parçası, konserve kutusundan batık gemiye kadar denize yabancı her nesne, yerleşik yaşayan deniz omurgasızlarına tutunma zemini sağlar. Dalgaların altındaki dünya kendi doğallığına ait olmayan tüm görüntüleri zamanla gizler, yok eder. Yaşamın renkleri cansız yüzeyleri örterken, dipte ne zaman sona ereceği belli olmayan bir canlanma süreci yaşanır. İnsanın yıkıcı müdahaleleri olmadığı zaman bu canlanma sonsuza kadar devam edebilir.
Cansız yüzeylerin üzerine yerleşen her yaşam parçası, bir sonraki canlının yerleşmesi için gereken zemini hazırlar. Bir zamanlar ölü olan taşlar, batıklar ve insanların savurup attığı, dibe oturmuş her nesne kat kat biriken yaşamlarla yavaş yavaş canlanır.
Marmara’nın en güzel mercan bahçeleri Sivriada’da
Prens Adaları’nda kıyılar genellikle kayalıktır. Kınalı, Burgaz, Heybeli ve Büyükada’da kayalıklar kimi yerde taşlık plajlarla bölünmüş olsa da, adaların kayaç yapısı dalgaların altında da devam eder. Adaların genelinde sahil kayalarının ulaştığı ortalama derinlik 20 m civarında olmakla birlikte, Sivriada ve Balıkçı Adası’nın (Neandros) güney yamacında kayalık zemin yapısı yer yer 60 m. derinde bile karşınıza çıkar. Derinliğin yanı sıra kayalıkların sualtındaki görünümü de adadan adaya değişir. Çöp İskelesi’nde (Kınalıada) zemin sıkıca kaynaşmış taşlardan oluşur. Sedefadası’nın güney kıyısındaki kaya duvarını takip ederek dibe indiğinizde, 36 m derinde düzgün kenarlı kaya blokları görürsünüz. Gorgonlarla kaplanmış olan blokların düzeni, oraya sanki bilerek yerleştirildikleri hissini uyandırır. Yassıada’nın doğu yamacında, hemen hemen 20 m derine kadar inen tek parça kaya levha, deniz tabanını kırışıksız bir örtü gibi kaplar. Bu örtü boyunca dibe doğru ilerlediğiniz zaman, kaya örtünün kenarının dipten kalkarak midyelerle kaplı taşların üzerine bir tente gibi yayıldığını görürsünüz. Çeşit çeşit süngerin yerleştiği bu tentenin altında kaya, yer yer sertliğini kaybetmiştir. Adalar denizinin üzerinde eğreti bir piramit gibi yükselen Sivriada’nın güney yamacında, Marmara’nın en güzel mercan bahçelerinden birini gezerken, fenerin ışığıyla aydınlanan kaya alev alev yanmaya başlar. Burası Sivriada’nın ünlü “67 taşı”nın başlangıcıdır. Eunicella ve Paramuricea türü gorgonların turuncu, mor ve sarı dalları, gri kayalığın soğukluğunu hayali bir ateşin alevleriyle ısıtır. Cansız duvarda Marmara’nın en sıcak, en canlı renkleri çıkar karşınıza.
Adalar denizindeki çıplak bir kayanın üzerinde yaşam, silis evcikli planktonik deniz algleri yani diyatomelerle başlar. Sadece mikroskop altında görülebilen bu canlılar, cansız yüzeyleri hayata hazırlayan ilk tabakayı oluştururlar. Bu ön hazırlığın ardından, tüy ayaklılar –sirripedler-, tüplü deniz kurtları –poliketler-, kara midyeler ve çeşitli alg türleri, diyatomelerin hazırladığı yüzeye tutunurlar. Bu yeni yerleşimciler büyürken, onların ardından gelen mercanlar, süngerler, deniz şakayıkları, deniz tulumları gibi, yine yerleşik yaşayan daha büyük omurgasızlar kayaların üzerindeki yerlerini alırlar. Kayalığa gelen her yeni yerleşimci uygun şartları bulduğunda hızla kendi kolonisini kurmaya girişir ve kendinden sonra gelecek olanların yerleşmelerine uygun zemini hazırlar. Yaşam kimi yerde midyelerin kabukları arasına saklanır, kimi yerde gorgonların dallarına takılır. Bir şişenin içi bile yaşamla dolar denizde. Yerleşim devam ederken tüplü deniz kurtları ve kalkerli algler gibi doğal çimento görevi yapan canlılar, midye kabuğundan küçük taşlara kadar hemen her şeyi sağlam bir yaşam harcıyla birbirine bağlar.
Deniz tabanında yerleşmeye uygun kaya yüzeyi kalmadığında, türler arasında kıyasıya bir rekabet başlar. Bu anda ölüm, bir denge unsuru olarak karşımıza çıkar. Ölüm, beraberinde yaşam getirir. Bir canlının ölümüyle açılan boşluk, bir başkası tarafından göz açıp kapayana kadar doldurulur. Ölen her canlının çürüyen bedeni, yeni bir yaşamın doğması için gereken organik maddeyi sağlar. Adalar denizi savurganlığa asla göz yummaz.
Adım adım kolonileştirilen kayalık kıyılar, yengeçlerin, ahtapotların, balıkların ve diğer tüm hareketli canlıların gelmesiyle yaşayan bir görünüm kazanır. Barındırdığı her canlıyla kayalık, sanki onlarca, yüzlerce, hatta binlerce kolu olan dev bir canlıya dönüşür. Cansız kayalığın yaşayan bir bütünlüğe dönüşmesi, ölümleri doğumların izlediği sonsuz bir döngüdür. Adalar denizinin kayalık kıyıları, doğayı boyayan ressamın, yaşamın her bir parçasını nakışlarken gösterdiği özenin incelikli süsleriyle bezenmiştir.
Kayalık kıyılardaki renk cümbüşünün aksine, adalar denizinin derinlere uzanan düzlüklerine genelde tek bir renk hakimdir. Kayalıktan gri bir çölü andıran kumluğa geçiş, kimi yerde aniden, kimi yerde kademeli olarak gerçekleşir.
Adalar denizinin zümrüt yeşili sularına balıklama dalan duvarların bulunduğu Sivri’nin, Yassı’nın ve Balıkçı Adası’nın güney kıyılarında, kayalık ve kumluk arasındaki sınır kalemle çizilmiş gibi belirgindir. Sert ya da yumuşak zeminlerde yaşamaya uyum sağlamış olan türler birbirlerinin yaşam alanlarına genellikle girmediklerinden, bu bölgelerde iki farklı dünyanın canlıları arasında net bir farklılaşma görebilirsiniz. Dil balıkları, vatozlar, üzgün balıkları, kırlangıç balıkları gibi yumuşak zeminlerde yaşamaya uyum sağlamış olan balık türleri duvarın dibine kadar gelir ama daha ileriye gidemezler.
Zeminin eğimle derinleştiği yerlerde kaya ve kum arasındaki sınır belli belirsiz bir geçiş bölgesine dönüşür, hatta tamamen silinir gider. Kayaların önce küçük kayalara, sonra daha küçük kayalara, giderek küçülen taşlara dönüştüğü, nispeten yumuşak bir eğimle derinleşen kıyılarda, kıyıyla kumun arasında iki farklı dünyadan gelen yaşamların karşılaştığı, hatta kalıcı yerleşmelere sahne olan tampon bir bölge oluşur. Prens Adaları’nın derinlerinde böyle tampon bölgeler yaygın olmakla birlikte, hiçbiri Kalpazankaya’nın görkemini sunmaz dalgıçlara.
Kumun altı da üstü de boş değil!
Burgazada’nın güneyindeki heybetli kaya parçası ve onu kuşatan daha küçük kaya parçaları küçüle küçüle irili ufaklı taşlara dönüşürken, yaklaşık 30 m derinde Kalpazankaya’nın cüssesinden eser kalmaz. Taşlar küçüldükçe araları açılır ve ortaya kumla çamurla dolmaya uygun cepler çıkar. Sığlıktaki alg örtüsü derinde de devam eder; kara midyeler bile bu seyrek taşlıkta boş buldukları yüzeylere tutunmuşlardır.
Yüzeye yakın kayalardaki tutunucu canlı yerleşimleri, gelişigüzel atılmış gibi duran taşların üzerinde cılızlaşarak bile olsa devam eder. Seyrek taşlık, Kalpazankaya’nın kumluktaki ileri karakollarıdır. Kaya duvarındaki iskorpiti uzaktan seyreden dilbalığı, tampon bölgede uzak akrabası ile gözgöze gelir. Kalpazankaya’da buluşanlar sadece iskorpit ve dilbalığı değildir. Sagartia anemonu deniz kalemi (Veretillum cynomorium) ile burada karşılaşır. Yılanyıldızlarının (Ophiuroidea) ince uzun kolları kayayla kumu, iki tarafı da kucaklayan bir sahiplenmeyle örter. Kum yatağında uyuyan vatoz balığı bile bazı geceler beslenmek için kayalığın yolunu tutar. Kumluk ıssız bir çöl olmadığını kanıtlamak ister gibi elçiler gönderir kayalığın sakinlerine. Elçilerin taşıdığı mesaj hep aynıdır: kumun altı da üstü de boş değil.
Kayalık yüzeyler yaşama ait tüm birikimlerini cömertçe sergiledikleri halde, kum sakladığı hazineyi kolayca ortaya çıkarmaz.
Genellikle tekdüze bir çöl gibi uzayıp giden kumluk alanlar, gözün kolayca odaklanmasına, şekilleri farketmesine izin vermez. Işığın iyice azaldığı derinliklerde biçimler, kumluğun yalınlığında daha da silikleşir, hatta kaybolur. Güçsüz bir kuyruk vuruşuyla bile kolayca havalanan kum dibe çökerken, herşeyin üzerine bir görünmezlik örtüsü yayar. Adalar denizinde derinlere indikçe kayalar giderek silikleşen gölgelere dönüşür. Ara sıra denk gelinen bir enkaz ya da irili ufaklı kaya parçaları, kumluğun tekdüzeliğinde belli belirsiz biçimler, kabartılar yaratsa da, derin diplere kumun yalınlığı hakimdir.
Prens Adaları’nın çevresinde kum zeminin başlangıç derinliği bölgeden bölgeye değişir. İstanbul’a bakan kuzey kıyılarında kumluk genellikle ilk metrelerde hissedilir. Anakarada son yıllarda belediyenin çabalarıyla şekillenen suni kumsallara adalarda pek rastlanmaz. Tabiat adaları inşa ederken çoğunlukla kaya ve taş kullanmış olsa da, ara sıra rastladığı boşluklara bir avuç kum serpip küçük plajlar yaratmayı da ihmal etmemiş. Heybeliada’da Değirmenburnu’ndaki plaj da adaların az sayıdaki kumsallarından biridir. Yüzmek için korunaklı, fazla derin olmayan bir yer arayanların uğrak yeridir Değirmenburnu. Buraya tam olarak kumsal denemez aslında. Dip hem taşlık hem de kumluktur. Derinlik yavaş yavaş artar; ayrıca dipte görülecek çok bir şey yoktur. Meraklısı dışında pek dalgıç göremezsiniz yakınlarda. Rahatsız eden olmadığı için, onbeş yirmi parçalık dikenli camgöz (Squalus acanthias) sürüleri kış başında burnun etrafındaki sığlıklara yaklaşır, korkusuzca dolaşırlar. Ara sıra ağa ya da paraketaya takılan birkaç şanssız gezgin, dikenli camgözlerin hâlâ Değirmenburnu’na uğradıklarını gösteriyor. Ancak kuzey kumluğundaki asıl hazineyi görmek için biraz daha açığa ve derine bakmak gerekir.
Büyükada, Heybeliada Dragos üçgeninde saklı hazine: Deniz Şakayıkları
Büyükada, Heybeliada ve karşı sahilde Dragos arasında kalan üçgende, adalar denizinin bir başka biyolojik hazinesi ziyaretçilerini bekler. Pachycerianthus cinsi yüzlerce deniz şakayığının narin dokunaçlarıyla dalgalanan gerçeküstü bir bahçe, “Marmara öldü…” diyenlere nispet edercesine yeşermiştir kuzey kumluğunda. Koyu yeşil suların gizlediği bahçede dalgıçları loşlukla karışık bir dinginlik bekler. Ne zaman bu bahçede gezinsem, kum havuzunda en sevdiği oyuncaklarıyla oynayan bir çocuğun sonsuz neşesini hissederim. Deniz şakayıklarının birkaç metre üzerinde dolaşırken paletlerimin yarattığı su akımı dokunaçları bir an dalgalandırır. Sığlıkta yaşayan ürkek kuzenlerinin aksine, Pachycerianthus şakayıkları, dalgıcın varlığından çok rahatsız olmazlar. Metrekareye birkaç tane deniz şakayığının düştüğü bu sıkışık düzenli bahçede yüzlerce dokunaç birbirine karışır. Burada kum sanki canlı bir örtüyle kaplanmıştır. Kuzey kumluğunun öteki sakinlerini görmek için zemine yaklaşmalı, bu örtünün, hatta kumun altına bakmalısınız. Dibe yaklaştıkça kumluğun sakinleri giderek kalabalıklaşır. Meraklı iki göze karşılık yüzlerce göz gizlenir kumun altında ve üstünde. Pachycerianthus şakayığı gibi bazı deniz omurgasızları göze bile ihtiyaç duymazlar. Dalgıcın suda yarattığı her dalgalanma, bir çift kabuğun kapanması için yeter de artar.
İçkabuklu bir karından ayaklı olan Philine aperta’yı bulmak için, kuma kazınmış derin çizgileri izlemeniz yeterlidir. Bu çizgiler, sarımsı beyaz canlının ayak izleridir ve kimi izler güneydeki derin kumluğa gitmektedir.
Anthozoa türlerinin çoğu sert zeminlere tutunarak yaşadıkları halde, Funiculina quadrangularis, Pennatula phosphorea ve Veretillum cynomorium türü deniz kalemleri, çamurlu ya da kumlu zeminlere uyum sağlamış olmalarıyla dikkat çekerler. Uzunluğu 2 m’ye ulaşabilen Funiculina bir kırbacı andırır. Diğer iki türe kıyasla Marmara’da ender rastlanan bir deniz kalemidir. Çamura saplanmış parlak bir kuş tüyüne benzeyen Pennatula’nın boyu yarım metreye ulaşabilir. Adalar denizinde en sık rastlanan deniz kalemi olan Veretillum’un boyu uygun koşullar altında 1 m’ye yaklaşır. Aynı gövdeden çıkan yüzlerce küçük polipin biraraya gelerek şekillendirdikleri kalabalık birer koloni olan deniz kalemleri, güney kumluğunu renklendiren gözalıcı narin canlılardır.
Kumda yaşayanlar…
Kumun altında bir kere gözden kaybolduktan sonra çok fazla hareket etmeyen, hatta hemen hemen hareketsiz bir yaşamın tutsakları olan kum midyesi (Chamelea gallina), sulina (Ensis spp.), deniz faresi (Sphatangus spp.) gibi canlılar için ince kumun kalın örtüsü, gözden uzak, güvenli sığınaklar yaratır. Kumdan süzgecin tabakalarında alıkonan minyatür canlılar –mikrofauna ve meiofauna üyeleri- bu saklı dünyada barınanların başlıca besin kaynağıdır. Deniz faresi beslenirken kum yutar, organik maddeyi özümler ve cansız olan herşeyi dışarı atar. Kum midyesi ve sulinanın kavkıları arasından çıkan sifon, hem besinlerin emilmesi, hem de atıkların boşaltılması için kullanılan ortak bir bacadır. Yine de doğa, durağanlığa mahkûm olan bu dünyada bile yırtıcılar yaratmayı ihmal etmemiştir.
Avla görsel temasın olanaksız olduğu kum denizinde gözler ya yok olmuştur ya da iyice küçülmüştür. Kumda av ararken duymak, koklamak, elektriği algılamak görmekten daha önemlidir. Kum altında gizliden gizliye bir ölüm kalım savaşı devam eder. Avın ve avcının hareket olanaklarını alabildiğine kısıtlayan kum örtüsü, ava saklanmaktan, avcıya sabırla beklemekten ya da uzun arayışlardan başka seçenek bırakmaz. Hücumların hız kestiği kumun derinliklerinde her an ölümcül bir karşılaşma yaşanabilir. Kollarının altındaki yüzlerce küçük parmakla kumun her santimetrekaresini sabırla didikleyen deniz yıldızı ile karşılaşma midye için mutlak ölüm demektir. Deniz yıldızı kollarını kumun derinliklerine uzattığında, midyeyi yırtıcılardan gizleyen koruyucu örtü onun kefeni olur. Deniz yıldızı sabırlı arayışının ödülünü aldığında midyeden geriye bir çift kabuk kalır.
Kumun kırış kırış olmuş yüzeyinin altında saklanan bazı canlılar insanın canını çok yakabilir. Trakonya (Trachinus spp.), kurbağa balığı (Uranoscopus scaber) ve irina balığı (Dasyatis spp.), doğanın en etkili savunma araçlarından biriyle donatılmışlardır. Masum görünüşlü bu balıkların vücutlarındaki dikenlerde taşıdıkları güçlü zehir, onlara cüsselerinden beklenmeyecek kadar etkili bir savunma yeteneği kazandırır. Ne trakonya, ne kurbağa balığı, ne de irina aktif avcı türler değildir. Bunlar avlarını kovalamak yerine kumun altında pusuya yatmayı tercih ederler.
İrina, trakonya, bozcamgöz…
İrina (Dasyatis pastinaca) kumun altına gizlenmek yerine, zarifçe dalgalandırdığı kanatlarıyla dipten kaldırdığı kumları vücudunun üzerine serperek kendisini gizler. Bu kanatlar aslında irinanın göğüs yüzgeçleridir. Bu dalgalanma o kadar güçlüdür ki, irina sadece kendisini gizlemekle kalmaz, örtünün kalkmasıyla açığa çıkan kabuklu canlıları da afiyetle midesine indirir. Oysa irinanın aksine trakonya (Trachinus spp.) ve kurbağa balığı (Uranoscopus scaber), gövdelerini dalgalandırarak kumu kazar ve sadece gözlerini ve kocaman ağızlarını dışarıda bırakarak pusuya yatarlar. Çok obur avcılar olmalarına rağmen bu balıklar, değerli yaşam enerjilerini av peşinde harcamak yerine, avın kendilerine gelmesini beklemeyi tercih ederler. Her iki balığın kocaman ağzı bir kapanı andırır. Çenelere muazzam bir ezme gücü veren kaslarla iyice tombullaşmış olan yanaklar, denizdeki çoğu avcıyı kıskandıracak kadar yoğun bir yakalama ve çiğneme enerjisiyle doludur. Trakonya ya da kurbağa balığı kocaman ağzını hızla açtığında oluşan anlık emmenin yarattığı akım, suyla birlikte avın da bu karanlık boşluğa çekilmesine yol açar.
Kumun altında doymak bilmeyen bir açlıkla bekleyen yüzlerce ağız, kendilerine yaklaşmaya cesaret eden hayatları yutmaya her an hazırdır.Marmara’nın derinlerinde kol gezen avcıların hiçbiri avını bozcamgöz (Hexanchus griseus) kadar korkutamaz. Bozcamgöz derin Marmara’da yaşayan en büyük avcıdır; iç denizde besin piramidinin zirvesine yerleşmiş bir tepe yırtıcıdır; derin karanlıktaki tüm avcıları avlayabilen tek avcıdır. Onun midesinden çıkanlar, zengin bir ziyafetin yemek listesi gibi uzar gider. Küçükken karides, yengeç gibi kabuklularla ve kalamar gibi kafadanbacaklılarla beslendiği halde, büyüdükçe balıkların peşine düşer. Dipte yaşayan tüm balık türleri avcıların avcısına yem olabilir. Kaynakların kısıtlı olduğu derin denizde bozcamgöz, küçük köpekbalıklarını ve vatozları da avlar. Yine de berlam balığının (Merluccius merluccius) ziyafet listesinde özel bir yeri var. Derin sularda kalabalık sürüler oluşturan berlam balığı, bozcamgözün derin Marmara’daki en önemli besin kaynağıdır. Sahip olduğu tüm yırtıcı yeteneklere rağmen derinlerin efendisi de kolay yemek fırsatlarını kaçırmaz. Dibe çökmüş bir yunus leşinin ya da balıkçıların para etmez diyerek denize geri attıkları irili ufaklı balıkların, bozcamgöz için şölen davetiyesinden farkı yoktur. Derin karanlığa sarkıtılmış oltaların ucundaki yemler de bozcamgözün iştahını kabartır. Fakat bu yem kasıtlı olarak köpekbalığı yakalamak için hazırlanmış bir oltanın ucundaysa, bozcamgözün iştahını kabartan et parçası onun son yemeği olur. Tüm avcıların avcısı, adalar denizinin hakimi, sadece insana yenik düşer.
(*) Yurtiçi ve yurt dışında deniz biyolojisi alanında çeşitli bilimsel araştırma ve inceleme projelerinde yeralan ve birçok bilimsel yayına izma atan Hakan Kabasakal İstanbul’un deniz yaşamı konusunda önde gelen araştırmacılardan biri olarak tanınıyor. Çalışmalarını ve deneyimlerini http://derintakip.blogspot.com.tr adresinden paylaşan Kabasakal, Adalar ve çevresindeki deniz yaşamının çeşitliliğine dikkat çeken az sayıda uzmandan biri…