SANDIK – Ceren Cevahir Gündoğan
Yara sağaltırmış tuzlu su. Ne yiğitler aldıkları bıçak ya da mermi yarasını Akdeniz’in sularına bıraktı da iyileşti. Ben bilirim. Cabbar, koynunda kaması olmadan ateşin başında uyumazdı. Uyku dediğin de bir göz hep açık. Ben de vardım, yanındaydım. Ayırmazdı yanı başından, arada sırada üzerdi beni kilidim açılmazsa söverdi. Benimle ilgilensin diye bilerek nazlanırdım, öyle hemen açmazdım kilidimi oysa. O nerden bilsin? İsli gecelerde içime bırakırdı en kıymetli cevherlerini. Bazen altınlar taşardı benden bazı uzun zaman dünyanın pahası bir çift namlulu çifte. ‘İngilizlere vericem kız seni’ derdi. ‘Onlar kıymetini bilir, benimle bugün var yarın yoksun. Ben yanındayken sultanlar gibi başımın tacı ederim seni ama seni bana bırakmazlar’ derdi. Yağmadan dönmüşseler kederli olur, başlardı konuşmaya benimle. Bir elinde boğma rakı, testide. Ateşi yaktırır, çömerdi yanıma. Okşardı beni. ‘Hepsi senin için, her şey senin için biliyorsun değil mi? Tüm bu kahpelikler, bitmeyen dövüş hepsi senin için. Seni kim ele geçirmişse ağa da o paşa da o.’’ Diye diye sızar kalırdı. Mutluyduk Cabbar’la. Bir kere bile yere düşürmemiştir beni, özenle taşıtmıştır adamlarına. Eşkıya denince Cabbar’ı anarım. Bir gece ona da pusu kurdular. Belindeki kamayı çekip de doğrulamadan boğazını kesip attılar önüme. Daha beni yüklenmeden diğerleri onun kesilmiş boğazından fışkıran kırmızıları ardından Cabbar’ın ela, kocaman gözlerini gördüm. Bana bakıyordu. Kaç kurtar kendini demek istiyordu sanki. Kaçamadım.
Adamları ele vermiş. Zaten hiç sevmemiştim onları. Cabbar’ı sevmediklerini hissederdim. O an orada, Cabbar’la birlikte beni de öldürsünler isterdim. Yaksınlar, küllerim onun kanına karışsın… Yıllar geçip de el değiştirdikçe anladım ki eşyalar ölmez. Bizim de kaderimiz bu. İnsanlar iyi, genelde hepsini severim ama bağlanmaya gelmez, çok çabuk ölüyorlar. Cabbar’ı öldüren adam, Tayyar Ağa o gece sabaha karşı atının üstünden Adana’daki konağına getirdi beni. Ne yaptıysa kilidimi açmadım. O anahtarı döndürdü ben tekrar döndürdüm. Kan ter içinde kaldı. Tam silahını çıkarıp kilidimi hedefleyecekti ki öksürmeye başladı. Adamları yetişti, su getirdiler ona. Sonra da beni sabun kokulu bir odaya götürüp bıraktılar. Çok uzun zaman geçti yanıma hiç kimse gelmedi. Konağın seslerinden olup bitenleri anlamaya çalıştım. Sesleri can kulağıyla dinledim öyle bir dinledim ki kim iyi kim kötü, kim korkak kim cesur, kim ağa kim kul anlayabileyim. Olmadı. En nihayetinde bir sabah portakal kokulu genç bir kadın geldi yanıma. Sevgiyle okşadı beni, Arapça bir şeyler söyledi. Elleriyle her yanımı inceledi ve onun bakışları içime işledi. Kapağımı açtım. İçimdeki cevherlere şöyle bir bakıp yere koydu. Ellerini tekrar üzerimde gezdirdi. Odadan çıktı. Büyülenmiş gibiydim. Onun portakal tazesi endamı, sıcaklık veren, sarmalayan elleri hâlâ yanımdaymış gibi uzun derin bir uykuya daldım. Uyandığımda onun odasındaydım. Günlerimiz Gülnaz’la –adı Gülnaz’dı tatlı sahibemin- onun odasında geçiyordu. Annesi Senem Hanım’ı gördüğüm ilk gün Gülnaz’ın güzelliğini kimden aldığını anladım. Güzelliği annesindendi de kederini içe gömüp tatlı tatlı bakması?
Gülnaz gelin oldu. Atlara yüklenip onun yeni evinin yolunu tuttuk. Bir düğün düşünün ki, kırk gün kırk gece… Tüm bir köy yiyip içti, günler geceler boyu yeni evlilerin neşesine ortak oldu. Gülnaz’ın yatak odasında, baş köşedeydim. Kırk gün kırk gece, köyün ağası Mahmut’un damat Recep, Gülnaz’la hemhal olamadı. Gülnaz ne yaptı ne ettiyse Recep gelip de Gülnaz’a sokulmaya yanaşmadı. Boğmayı fazla kaçırdı dediler… Hafta geçti. Gül esansları, hacı yağları, göz süzmeler, Damat Recep bana mısın demedi. Ailesine el öpmeye gitme vakti geldiklerinde Gülnaz içerledi, karalar bağlayıp odasından dışarı adım dahi atmadı. Damat Recep’in annesiyle ablası Gülnaz’ın odasında onunla uzun uzun konuştu. Konuşmanın özü, meğerse kız Recep derlermiş, iflah olmaz hastalığa tutulmuş. Gözü köyün imamından başkasını görmezmiş. Bu hastalığı yüzünden gidilmedik hoca çalınmadık kapı kalmamış ya Recep imam Hasan der başkaca söz bilmezmiş. Halbuki annesi daha çocukken Recep’in kıçlarına kireçler bile sürmüş. Dağladım sanmış Recep’in orasını. Askere gidince düzelir demişler ama ne fayda… Askerliğini yaptığı Kıbrıs’tan dönüşte kara kaşları alınmış, yürürken kendisinin farkında, dik duruşuyla, bakanda müstehcen bir portreye bakarmışçasına gözlerini kaçırma duygusu veren Recep’i karşılarında görür görmez, kireç dağlamanın hiçbir faydasının olmadığını anlamakta gecikmemişler. Erkek çocuğudur, evlenirse düzelir diyerek imamın evine gidip gelmelerine ses çıkartmamışlar. Gerdek gecesi sonrasında karalar bağlamış taze gelin Gülnaz’ın halini görür görmez anne-abla, ailenin kadınları olarak duruma el koymuş, acilen Gülnaz’ı da içine alan bir suç ortaklığı planına girişmişlerdi. Gülnaz kayınvalidesi ve görümcesinin gözlerini kâh belertip kâh kısarak anlattıkları karşısında şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Sabaha doğru horozların ötümüyle sen şimdi dinlen dedikleri taze gelini odada yalnız bıraktılar. Gülnaz korktu. Bahtsızlığına kahretti. Ağladı. Baba evine dönemezdi. Bu utançla onların adını çıkartacağına kendini öldürürdü daha iyiydi. Ölmeye karar verdi. Kayınvalidesi o gece odada, oğlunun küçükken marabalardan birinin karısı tarafından uğradığı gadri anlatmıştı. Marabanın karısı, çocuğu besin yetersizliğinden ölünce Mahmut Ağa’yı suçlamış, senin de çocuğun ölmekten beter olsun sürüm sürüm sürünsün diye beddua etmiş. Yetmemiş küçük Recep’in adını anarak kara büyü yapmış. İşte ne olduysa o günden sonra olmuş. Şimdi Gülnaz’a düşen kocasının düzeleceği günü sabırla beklemekmiş. İstemediği kadar burma bilezik, beşi bir yerde, salkım küpe vereceklermiş. Yeter ki Gülnaz, hiç kimseye bir şey anlatmasınmış.
Gülnaz kendini öldürmek istemiş, korkusundan o porçöz dolu bidonu bir türlü kafaya dikleyememişti. Ev işlerini bitirip dilindeki türküleri de susunca kapağımı açar, hiç kullanmadığı kanaviçelerini çıkarır usulca ağlardı. Böyle günler geceler geçirdik. Gülnaz, o çok istediği minik pembe yüzlü bebeğine kavuşamayacak olmanın acısıyla türkülere vurdu kendini. Damat Recep gönlünce istediği yere gitmeye sabaha doğru eve gelip yatağa sızmaya devam ederken bir akşam genç bir adamla birlikte eve geldi. Askerlik arkadaşıymış. Bir süre bizimle kalacakmış. Gülnaz, mutfakta, misafire ikram etmek için yemek hazırladı. Elinde yiyecekleri koyduğu siniyle salona gitti. Yerde oturan Recep’le misafirin önüne, çökelek, ezme, kısır, gözleme, Arap dolması, ayran dolu siniyi eğilip koyduğu sırada kısacık bir an misafirle göz göze geldi. Yangın oldu. Gülnaz’ın göğsünden bülbüller havalandı. Kanı titredi. Gözlerinde misafirin kara gözleri mühürlendi. Ne yapacağını unuttu kafası karıştı. Öldüm sandı, nefes almayı hatırladı. Yüreğinin atışını ben bile duydum. Geldi yanıma, çömdü. Yüzü gülüyordu gülümün. İçim rahatladı.
Ertesi sabah Misafir şehre gitmesi gerektiğini söyleyince Recep de Gülnaz’a hazırlan gidelim dedi. Gülnaz sevinçten çıldırmış, odaya geldi dolabındaki giysileri karıştırdı en güzel esvaplarını giyindi. Çıkıp gittiler. Atlarının dörtnala sesini duydum. Gülnaz’ın o çok sevdiği atı sanki daha da coşkuluydu. Gülnazımın yüzü hep gülseydi ya böyle… Belli ki ateş bacayı sarmış, gönlü Misafir’in gönlüne akıp gitmişti. Dönüş yolunda atı şahlanan Misafir atını dizginleyemeyince yere düşmüş. Eve geldiklerinde canı acıyordu. Gülnaz oradan oraya koşturuyor ne yapacağını bilemez halde üzüntüyle dolanıyordu. Recep, omzuna girdiği arkadaşını yavaşça getirip onun odasındaki yer yatağına yatırdı. Sen şimdi uyu ben bir koşu gider Doktor getirtirim diyip çıktı. Gülnaz’ın yüzü üzüntüden solmuş, endişeyle Misafir’in odasına girip girmemekte tereddüt ediyordu. Bir inleme duydu sandı. Gülnaz Bacı… gelir misin… Gülnaz, yerde yatan adamın odasına girer girmez hafifledi. Yine bülbüller kanat çırptı yüreğinde. Allar bastı yüzünü. Buyur kardeş… Yanıma gelir misin? Gülnaz, Misafir’in yanına gitti, yere eğildi ve adamın güzel yüzüne hayranlıkla bakarken Misafir’in eli Gülnaz’ın belini kavradı, yatağa çekti. Zevkle, iştahla seviştiler. Adamın üstünde hızla gidip gelen Gülnaz şehvetle akıyordu. Şelalenin çağladığı o en uç noktada bambaşka bir varlık oldu. Hayatında ilk defa kendini eksiksiz ve çok büyük hissetti. Gürül gürül kanadı ve sevişmeleri sonlandığında adam Gülnaz’ın memelerini öptü, kokladı. Bilmiyordum dedi… Bağışla, bilmiyordum… Gülnaz gülümsedi ve giysilerini alarak odasına, benim yanıma koştu. Giyinirken, sevinçle ışıldayan gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Çorba kaynatıp Misafir’e içirdi. Ortalığı toparlamaya giriştiği sırada yanında doktorla Recep içeri girdi. Doktor, Misafir’in ciddi bir şeyi olmadığını, bir iki gün dinlenirse hiçbir şeyinin kalmayacağını söyleyerek iğne yapıp gitti.
Misafir geldiğinden beri gece evden çıkmayan Recep, Gülnaz’a ben oturağa gidiyorum, bir ihtiyacı olursa görürsün diyerek Misafir’i Gülnaz’a emanet edip gitti. Gülnaz tüm gece emanetinin üstünde çağlamaya devam etti.
Gel zaman git zaman, bir gün Gülnaz’ın kayınvalidesiyle görümcesi çat kapı geldiler eve. Alları al morları mor Gülnaz’ı odaya çekip bu Misafir’in kimin nesi olduğunu, ne diye hâlâ onlarda kaldığını Gülnaz ne cevap verirse versin inanmayan gözlerini arada koca koca açıp arada kısarak sordular. Kayınvalide, Misafir’in Recep’in askerlik arkadaşı olduğunu burada birlikte lokanta açacaklarını duyduğunda önce sevinir gibi olmuş fakat kısa sürede bu lokantanın gece olunca kılık değiştirip pavyon olacağını öngörerek sevinci kısa sürmüştü. Gülnaz, ayran getirmek için odadan çıktığındaysa kızıyla aralarında konuşmaya başladılar. Görümcesi, Gülnaz’ın ne kadar güzelleşmiş olduğunu, gözlerinin içinin ışıldadığını söyledi annesine. İçeri giren Gülnaz’ı uzun uzun süzdüler. O anda Gülnaz’ın Misafir’le çoktan kadınlığı keşfettiğini anladılar. Kayınvalide ayran bardağını kafasına dikti. Kızı da o ne yaparsa aynısını yapıyordu. Kapıya yaklaştıklarında durup Gülnaz’a gözlerini dikti ve buyurgan bir sesle. Bir oğul ver de alnımız aklansın dedi ve hışımla çıkıp gitti.
Recep sürekli sarhoş, tan yeri ağarırken geliyor yatağa girip sızıyordu. Misafir’le birlikte lokanta açtılar ama kayınvalidenin tahmin ettiği gibi gece pavyon değil kumarhaneye döndü ortam. Misafir lokantanın yakınında bir eve yerleşti. Gülnaz’la girdiği tutkulu ilişki uzun aralıklarla sürdüyse de Gülnaz’ın karnının giderek büyümesiyle ve zaten çıkan dedikoduları da artık görmezden gelemeyecekleri için köyden bir kızla evlendi apar topar. Düğün günü, Gülnaz’ı bir sancıdır tuttu… Tam düğüne gitmek için evden çıkacakları sıra yere yığıldı kaldı. Ebe kadın çağırıldı ve Gülnaz benim yanımda, bizim odamızda dünya şekeri bir bebek doğurdu. Bebek kızdı. Kayınvalide, somurtup otursa da kimseye belli etmemeye çalışıyordu. Recep bebeğe şöyle bir bakıp, Gülnaz’ın düğün için sardığı bir tencere dolusu sarmayı da alıp askerlik arkadaşının düğününün yapılacağı evin yolunu tuttu. Gülnaz birkaç gün yattıktan sonra ayaklandı. Kızını çok sevmişti. Loğusa humması olur da bebeğe zarar verir diye görümcesi yanında kaldı bir süre. Sonra Gülnaz’ın annesi geldi diye kendi evine döndü. Gülnaz, bebeğiyle hep konuşuyordu. Talihsiz miniğim benim diyordu, güzel gözlü ceylanım. Anne kurban olsun… Gözyaşlarına boğulup bebeğini göğsüne bastırıyordu. Gülnaz’ı görmeye gelen kadınlardan duydum ki düğün gecesi Misafir pek bir neşesizmiş. Arada kalkıp oynadığı, silahını ateşlediği olmuş ama yüzü hiç gülmüyormuş. Zaten sonraki tüm zamanlar boyunca hiç kimsenin yüzü gülmedi.
Bebeğin adını Sadegül koydular. Sadegül büyüdü, birazcık okula gitti. Evin tüm işlerini üstlendi. Çeyizine danteller hazırladı annesi. Onun da gelin olma günü geldiğinde avluda yapılan düğün sonrası gözyaşlarıyla bir kamyonetin kasasında yeni yolculuğumuz başladı. İstanbul’a geldik. Damadımız Sabri’nin o çalışkan, hanımına iyi davranan genç adamın sonunun böyle olacağını bilmiyorduk ki. Bilemezdik.
Sabri, Büyükada’da garsondu. Sadegül de ben de ilk kez deniz gördük. İki göz gecekondumuza yerleştik. Sabri ile Sadegül boyuna sevişip üç çocuk yaptılar. Mutluyduk. Geçim derdi vardı ya olsun, bir kaşık çorba herkese yetiyordu işte. Sadegül de Ada’nın diğer kışlıkçı kadınları gibi evlere temizliğe gitmeye başladı. Çocuklarını büyüttü. Kızları Ayşe ve Nurten için bir oda daha yaptılar arka tarafa. En büyükleri Mustafa, yazları şezlongçuluk yapıyordu sahilde. Yaşı gelip de askerliğini yapıp döndüğünde Almanya’ya gideceğim diye tutturmuş, oradaki akraba ve köylülere mektup yazıp duruyordu. Kızlarınıza talibim diye. Sabri, çocuklar büyüdükçe değişmeye başladı. Eskisi gibi Sadegül’ü görünce gözleri parlamaz oldu. Garsonluğu bırakmış, akşama kadar kahvede ya da kim bilir neredeydi. Gecenin bir yarısı sarhoş bir halde gelip olmadık sebepten Sadegül’ü döver olmuştu. Her seferinde kızlar yetişiyor, ikişer üçer tekme-yumruk da onlar yiyordu. Dünyanın küfürü de yanında hediye… Sabahlara kadar ağlardı Sadegül kızlarla birlikte. Sabri ömrümü yediniz, bitirdiniz beni… diye diye sızıp kalırdı.
Sadegül yıllarca gık bile demeden, yüksünmeden evlere temizliğe gidip geldi. Temizliğe gittiği ailelerden Noel’i, Hanuka’yı, Paskalya’yı öğrendi. Kendi de evinde çam kozalaklarından Noel süsü yaptı, hanımından öğrendiği gibi mahlepli paskalya çörekleri sürdü fırına, yedirdi çocuklarına. Kendinde ne yoksa kızlarında o olsun istedi, çalıştı, didindi. Sonunda Mustafa’ya Almancı akrabalardan birinden olumlu yanıt geldi. Berlin’de kebap dükkanı olan bu akraba, hem işte güvenilir birine ihtiyaç duymuş hem de evlenme çağına gelen kızının gâvurdan birine kaçmasından korkup Mustafa’yı damat olarak belirlemişti. Mustafa anne-babasının elini öpüp küçük bir bavulla Almanya’ya gitti. Düğün de dernek de orada kayınpeder tarafından yapılmıştı. Sadegül ile Sabri’ye de uçak biletlerini göndermiş onlar da oğullarının mürüvvetini görmek için yola düşmüştü. Orada ne oldu, neler yaşandı bilmiyorum ama döndüklerinde Sabri daha da kötü bir adam olmuştu. Arada hap attığı da oluyordu. İşte o zamanlar Sadegül’ün kahrı başlıyordu. Dövdükçe dövüyor, küfrettikçe küfrediyordu. Kızlar da liseyi bitirmişti. Biri sekreterlik yapıyordu. Diğeri markette kasiyerdi. Sadegül bari kızlar kurtulsun bu hafitin elinden diyerek temizliğe gittiği evlerdeki ablalarına haber saldı. Olur da talip çıkarsa diye. Meğer ki kızlar çoktan gönüllerini kaptırmışlar birilerine. Bir gece, Sadegül kızlarını bir odaya çekip de evlenip gidin, kurtulun artık dediğinde kızlar kikirdeyerek söylediler annelerine. Kısa aralıklar ikisi de evlendi. Biri Altıntepe tarafına gelin gitti, diğeri Gayrettepe. Sadegül mutluydu, damatlar da kızları seviyordu. Sabri ile yıllardır süren mücadelesinde şimdi tek başınaydı. Mustafa her ay anne-babasına para gönderiyordu. Sabri, Sadegül’e paradan hiç vermiyor, akşama kadar canı nerede ne isterse onu yiyip içiyordu. Eve döndüğünde de hap, esrar ne almışsa artık içindeki tüm kötülüğü ortaya saçıyordu. Yaz gelmiş, Sadegül evin karşısındaki ormanlık yolun aşağısındaki plajda şezlong açmaya başlamıştı. Burası, sadece erkekten dönme kadınların ve erkeklerle birlikte olan erkeklerin gelip yüzdüğü, eğlenip güldüğü, kendilerini rahat hissettikleri gizli bir koydu. Sadegül onları severdi. Onların yanında kendisini rahat ve emniyette hissederdi. Bazı günler, onlara sattığı biraları buzdolabından almak için eve geldiğinde yanında onlardan biri olan arkadaşı Naz da olurdu. Naz, uzun boylu, incecik, sarı saçlı, güzel bir kadındı. Konuştuğu zamansa gök gürlüyor gibiydi. Sadegül’e kız gitmeden bir kahve içelim de falıma bak nolur derdi. Sadegül kırmazdı onu. Naz’a moral olsun diye hep güzel şeylerden bahsederdi. Bir gün yine böyle eve soğuk su ve bira almaya gelmişlerdi de erken gelen Sabri’yi evde bulmuşlardı. Sabri Naz’ı görünce yerinden fırlamış, abartılı hareketlerle hoş geldiniz hanımefendi buyurun oturun buyurun demişti. Sadegül Sabri’nin kızacağını sanmış, tersi bir davranışta bulunduğu için sevinmişti. Sabri, ben de geleyim sizinle plaja diye tutturunca Naz ona sertçe bakıp gerek yok, ben taşırım diyerek poşetleri elinden almış ve gelmesini önlemişti. O gece Sabri, sabaha kadar Sadegül’ü dövdü. O ibnelerle ne işin var lan… İbneye bak, bir de beni beğenmiyor o haliyle… diyip vurdukça vuruyordu. Ertesi gün Sadegül plaja gitmeyince Naz merak edip eve gelmişti. Sadegül’ün yüzünde dayak izlerini gördüğünde de elleri kırılsın inşallah döveyim mi o hayvanı demişti. İstemedi Sadegül, daha da beter olur dedi. Birbirlerine sarılarak ağladılar. Onları öyle görünce ben de ağladım. Nemden sandılardı. Bir akşam Sadegül elinde telefon ağlaya ağlaya bitap düştü. Köydeki babadan kalma topraklarını halasının oğulları kendi üstlerine geçirmiş. Ertesi sabah birlikte plaja gitmek için Naz eve geldiğinde anlattı ona. Ne bahtsızım ben, gidecek hiçbir yerim yok diyip durdu. Naz onu teselli etmeye çalıştı ama Sadegül susmadı. O akşam plaj boşalmış, Sadegül şezlongları üst üste koymuş, eve geldi. Kapıyı açtığında salondaki kanepede ayakları üstünde çömelmiş bir kadının üstünde hırlayarak gidip gelen Sabri’yi gördü. Sabri gülüm… aşkım… ölürüm sana yavrum.. diyordu. Gözü karardı Sadegül’ün. Bahçeden baltayı kapıp geldi. Bir anda oldu her şey. Sabri’nin sırtına sapladı baltayı. Kadının üstüne yığıldı Sabri. Kadın yan dönüp de Sadegül’ü görünce çığlık atmaya fırsat bulamadan kafasına baltayı yedi. Bir anda sesleri solukları kesildi. Sadegül attı elinden baltayı. Yanıma geldi. Naz’ı aradı. Çabuk gel n’olursun acil dedi. Vapura binmek üzereymiş Naz, az sonra çıktı geldi. Gözleri büyüdü önce. Sonra donup kalmış Sadegül’e tokat attı. Tamam yedin bir bok, toparlan şimdi dedi. Sabri’yle kadını parçalara böldüler. Yerleri çamaşır sularıyla sildiler. Sadegül yanıma geldi, içimde ne var ne yok boşalttı. Salona getirdi beni. Bu olur mu dedi Naz’a. Başıyla onayladı. İçime tıkıştırdılar Sabri ile kadını. Her yerim kan oldu. Yüklenip ormanlıktan plaja indirdiler beni. Kayığa bindik. Naz küreklere asıldı, denizin ortasına gelince kaldırdılar beni. İçimde Sabri, içimde kadın. Yazık kadıncağıza dedi Naz. Sadegül, bu pisliğe kanmış işte dedi. Bıraktılar beni tuzlu suya. Battım. İçimde Sabri, içimde hiç tanımadığım bir kadın. Diplere yol aldık. Cabbar’ın gözleri geldi aklıma. İngilizlere verecem seni kız, onlar bilir kıymetini derdi bana. Sabun kokulu Gülnaz’ı özledim. Şimdi tuzlu suların içinde kafası dumanlı Sabri, hiç tanımadığım bir kadınla sonsuzluğa karışıyorum. Benim sonum böyle mi olacaktı?